İnsanların çılgınca ve hızla ordan oraya koşuşturduğu bir çağda, durup seyredebilmeyi öğrendim yürüyüşüm yavaşladığında. 

Şükür Listesi

Hâl’ime Edip

Kadıköy. Kalabalık ve yokuş bir sokak. Ayaklarım, arkadaşımla buluşacağımız kafenin önüne çivilenmiş, ağlamamamı durdurup içeri giremiyordum. Yanlış gördüğümü düşünerek saatime tekrar baktım. İnanmıyorum. Bir kez daha baktım. Hayır, bir yanlışlık yoktu. Tam kırk üç dakikadır yürüyordum. En son, üniversite yıllarımda yürümüştüm bir yerden yere bu kadar uzun ve yalnız. Araba kullanmamış, kimsenin koluna girmemiş, insanların önümden, arkamdan, yanımdan geçmesi beni hiç korkutmamış, en önemlisi de düşmemiştim.¹ 

Allahım, yürümek ne kadar da büyük bir nimetti! Hele de birinden bağımsız yürümek nimeti çok lezzetliydi. 

Evet, yürümek elbette nimet ama hastalığın da büyük bir nimet olduğunu inkar edemem. Az mı kitap okudum düşüp günlerce ayağa kalkamadığı zamanlarda. İnsanların çılgınca ve hızla ordan oraya koşuşturduğu bir çağda, durup seyredebilmeyi öğrendim yürüyüşüm yavaşladığında. Kimsenin görmediği ağaçları selamladım, evlerin eskiyen tuğlalarının gönlünü aldım. Ruhumu keşfe çıktım karla kaplanınca sokaklar. Hem de ne keşif! Fikir yüklü yollar, söz tohumlu tarlalar…

Bütün bu düşünceler zihnimde ayrı ayrı seslendiriliyordu. Kafamın içi şenlik alanı dönmüştü adeta ama bir ses, diğer bütün sesleri bastırdı: ‘‘Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?’’²

Yalanlayamazdım, yalanlamadım da. Her ne ki verilmişti bana, nimetti: Ev, araba, zeka, eş, dost, akraba, iş, güç, sağlık, para, çocuk, torun, anne ve baba… Her ne ki geri alınmıştı benden, nimetti: Ev, araba, zeka, eş, dost, akraba, iş, güç, sağlık, para, çocuk, torun, anne ve baba… Hiç verilmemiş olanlar dahi nimetti. İyi ki verilmemişti mesela zor yürüdüğüm zamanlarda çarşı-pazar gezme hevesi. Birini öldürme düşüncesi veya yaşadığımız şehrin bombalanması emri iyi ki hiç verilmedi.

Yeniden coştu gözyaşlarım ama gözlerimden akan şey sadece iki hidrojen ve bir oksijenin oluşturduğu suyun tuzlu hali değildi. Yaş diye akan, kalbimden taşan şükran senfonisiydi.

Arkadaşımın sesiyle irkildim:

-Nasıl geçti ilk yürüyüşün? Niye içeri girmedin? 

Sorularını sormaya devam ederken kolumdan tutup bir masaya oturttu beni.

-Yoruldun mu yoksa? Su isteyelim, heyecanlanmış olmalısın.

Masanın üzerinde duran menüye ilişti yaşlı gözlerim. Ne kadar çok çeşit vardı listede. Hangisinin nimet olduğuna karar veremiyordum: dilimin emrime sunulmuş binlerce yiyecek olması mı? Bunlara erişebiliyor olmak mı? Onları yiyebiliyor olmak mı? Yoksa bütün bunları düşünebiliyor olmak mı? 

Bir kez daha yankılandı ayet olanca şiddetiyle hücrelerimde. ’‘Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?’’ 

———————————————————————-

1: Bu bir dua cümlesidir. Okuyan herkesten bir gün kalabalıklar içinde bağımsız yürüyebilmem için dua beklerim.

2: Rahman Suresi, 13

görsel: https://images.app.goo.gl/HDq8SnT4feoV4xKD6

Belli ki ölesiye bir aşk değildi onunkisi; öldüresiye bir aşktı.


Nekrofilik¹ Sevdalar
Hâl’ime Edip

Bir ayete vurulmakmış meğer ‘aşka düşmek’ dedikleri..
Hem öyle bir düşmek ki nehirler çağlayası, çiçekler açası,
Güneşler doğası, aylar parlayası,
Kokular sarası, renkler coşası…
Bir günahın ızdırabı ile yanmakmış meğer aşk ateşi!
Zifir-i ayaz gecelerde buz keserken bedeni,
Alevlerde bırakırmış gözleri.
Hem öyle bir alev ki içler acısı, yürekler yanası,

Sözler kuruyası, gözler çağlayası…

Morgta yatan ölü adamın yüzüne baktı kadın. Cansız bedenini süzdü hayran hayran. Nekrofilisi vardı kadının; ölülere karşı cinsel ilgi duyuyordu. Sırf bu yüzden morgta çalışıyordu. Müthiş bir neşeyle dolaşıyordu bir sürü ölmüş bedenin arasında. Sanırsınız yıl başı partisinde!

Kan revan içindeki çocuklara baktı kana susamış devlet adamı derin bir keyifle. Nekrofilisi vardı devlet adamının; zevk alıyordu çaresiz, masum insanları öldürmekten. Barış diyordu yaptığının adına, adalet diyordu, ekonomi diyordu, kutsal bir gaye için ateş saçıyordu ama aslında öldürmeyi ve ölüleri seviyordu. En çok da kendi öldürdüklerini seviyordu.  

İncittiği, kırdığı, dağıttığı ve nihayet seviyorum diye diye parçaladığı kalbin sahibi olan kızın gözlerine baktı çocuk, büyük bir şehvetle. Nekrofilisi vardı çocuğun; haz duyuyordu aşık olduğu kızın kendisine olan samimi ve içten duygularını öldürmekten. Durduk yere kıza bağırıp çağırıyor, yapılan bütün güzelliklere ilgisiz kalıyor, bi’ gidiyor bi’ geri dönüyordu, kızı defalarca aldatıyor  ve kendisinden uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Sorsanız kızı ölesiye seviyordu. Belli ki ölesiye bir aşk değildi onunkisi; öldüresiye bir aşktı.

Dönüp dönüp geçmişindeki acılara, kederlere, hüzünlere baktı insan. Gizliden gizliye bir lezzet alıyordu acılarından. Nekrofilisi vardı insanın; geçip gitmiş, ölmüş bitmiş, müdahale edemediği zamanlarını şimdi ve burada sevmeye bayılıyordu. Annesi dövmüştü, babası hor görmüştü, eşi aldatmıştı, çocukları emeklerini boşa çıkarmıştı, arkadaşları vefasız çıkmıştı, gençken boyu yeterince uzamamıştı, iş yerinde hak ettiği makam verilmemişti… Bunların hepsi di’li geçmiş zamanlardı ama hiç biri dili² geçip gidememiş bilakis dili mesken haline getirmişti. Geçmişi hep sancılı değildi elbette insanın; çok  mutlu anları da vardı. Bebeğini eline aldığı o ilk anı hiç unutamıyordu mesela; heyecandan kalbi yerinden çıkacaktı. Genç, güzel/yakışıklı  ve sağlıklı biriyken nasıl da herkesi peşinden koşturmuştu! Ülkede gezilmedik yer bırakmamış hatta bir çok kez yurt dışına da çıkmıştı. Ev almıştı, araba almıştı, erkek adamdı, erkek çocuğu vardı! Aşık olmuştu, aşkına karşılık bulmuştu… Ama lezzetin bitmesi elem veriyordu insana ve bu sefer de niye bitti diye ağlanıyordu. Hiç bitmeseydi o anlar, bitmemeliydi.  İşin aslı, insan, iyi ya da kötü hep geçmişin/geçmiş işlerin derdindeydi.   

Konuştukça konuştu ortamda bulunmayanlar hakkında, söylendikçe söylendi kendisine yapılan hataya; hiç dönüp bakmadan kendi hatalarına. Söz ölmüş, nefes kokuşmuş, haber çürümüştü oysa. Ah! tabi ya, nekrofilisi vardı; çok hoşlanıyordu kardeşinin ölü etini³ yemekten. Canlı dilini ölü seslere dolamaktan asla çekinmiyor; ballandıra ballandıra anlatıyordu başkalarının günahlarını. Asıp kesiyordu gıyabında kesin hükümler verdiği kişileri. Kapalı kapılar arkasında milyonlarca şaşalı cenaze töreni. Öldürenlere açık, öldürülenlere gizli! Sahi, kim yapıyordu bunların hepsini? Kimdi bu paragrafın öznesi? Yok canım, biz değiliz ki!

Bekaya aşık kalplerimizi öldürdük ve fani ile meşk ettik günlerce, gecelerce, hecelerce…. Nekrofilimiz var çünkü; heves ediyoruz dünyanın geçici, ölümlü tatlarına. Binlerce heva mezarı kazıyoruz Yaratıcı’nın isimleri adedince tohum barındıran toprağımıza. Tıpkı bir ölü gibi etkisi olmayan, bize birşey yapamayan, fayda sağlamayan kuruntularımızın dergâhı ilan ediyoruz dipdiri an’ımızı ve hatimler dağıtıyoruz öleceğini sandığımız yarınlarımız adına. Yüzde doksan dokuzu boşluk olan atomlardan müteşekkil bedenimizin yani yüzde birlik kısmımızın arzuları peşinde koşturup duruyoruz. Bir ayağı mezara prangalı fiziksel varlığımızın safası için sonsuzluğa programlı ruhlarımızı feda ediyoruz.

Bir nefrofilik sevdanın ardı sıra sürükleniyoruz.
Nefesimiz kesiliyor…
Ölüyoruz!


1: Ölü seven; ölü sevici; ölülere karşı cinsel istek duyma bozukluğu.

2: Hem konuşma organı hem de gönül anlamına gelmektedir.

3: Hucurat Suresi; 12. Ayet

Görsel: https://www.pinterest.com.mx/pin/554013191661162228/

Gören, düşünen, işiten ve hisseden canlı biri olduğum için yürüyebiliyorum ya da yürüdükçe canlanıyorum!

miraç 2
i.s.r.a.
Hâl’ime Edip

Anmak, adını bir merhametli Yâr’in
Merhametli dediysem Rahman-ı Rahim’in…
Kimseler duymasın diye gizliden ve bir vakti gecenin
Anmak isimlerini Semi’ül Basir’in…
Anlamak, anılmaktan geçer anmaları dillerin
Âh! Ne de güzel an’a düşüşü isminin
İpince, incelerden de ince, zarif ve nazenin
Anlamak, anıldığın için anabiliyor O’nu kalbin…

‘‘Subhandır O ki kulunu gece vakti yürütmekte, Mescid-i Haram¹’dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa²’ya, ayetlerimizden [bazılarını] ona gösterelim diye; şüphesiz O/o³ işiten ve görendir.’’ [İsra, 1]

Birinci Basamak
‘‘Subhandır O ki kulunu gece vakti yürütmekte…’’

Yürüyorum…
Zifiri karanlıkta gökyüzünde süzülen bir ay gibi gecenin içinden geçiyorum.
Mekânı önüme serip zamanın içinden geçerek yürüyorum.
Gün oluyor dert deryasına dalıyorum, gün oluyor mutluluk dalgaları ile coşuyorum. Bazen hayat meşgalesine kapılıp bilinçsizce kendimi akışa bırakıyorum. Bazen korkuyorum, bir koy bulup saklanıyorum. Nihayetinde bir sahil-i selamete ulaşmak ümidi ile ummanlar içre yüzüyorum.
Ben, Ademoğlu, üzeri hikmet perdesi ile örtülmüş şu dünya gecesinde yürütülüyorum. Bütün kâinatı düzen içerisinde eksiksiz ve noksansız bir şekilde var eden Zat’ın emri ile kendi yörüngemde akıp gidiyorum. Yine bir gece yolculuğu ile başlamamış mıydı zaten tüm bu serüven! Kul olarak düşmüştüm annemin hiç bilmediğim karanlık rahmine.

İkinci Basamak
‘‘…Mescid-i Haram’dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya….’’

Boyun eğiyorum…
Acizliğimi anlayıp boynumu büküyorum.
Öylesine bir kabulleniş değil bu.
Kalbimin derinliklerine ok gibi saplandığını hissettiğim ve kimseye diyemediğim mahrem bir duygu ile fark ediyorum acizliğimi. Ne çekip alabiliyorum oku ne de ilaç bulabiliyorum.
Başıma gelenler bi’ benim başıma geldi sanıyorum. Gece bitmeden içinden çıkamıyorum..
Musa tutuyor elimi aniden, alıp götürüyor beni memleketimden uzağa. Çok uzaklara. Nuh’un kalbine uğruyoruz ilk önce. Bak! Nasıl da mahzun; seller altında kaldı yerin yüzü. Yunus’u gösteriyor, balığın içine hapsolmuş ümidini. Ve İbrahim… Şimdi kalbinin mutmain olduğuna bakma! Ne ateşli sorular sordu aklı ona. Âh bu Musa.. Su serpiyor asasını kalbime her vurduğunda. Kim öğretti diyecek oluyorum böyle konuşmayı sana, kim öğretti? Tam da aklımın anlayacağı şekilde sözlerin ve seveceği türden kalbimin. Tebessümünde iki kelime okunuyor: Kavl-i leyyin⁴.. Anlıyorum ki benden milyarlarca yıl uzağımdakilerin secde ettikleri mescidin etrafını kutsal, mübarek, onurlu, iyi, güzel, anlamlı ve hikmetli yapan mana/mesaj her neyse beni secdeye götüren yaşadığım bütün secdegâhlarım da aynı mana denizinden beslenmekte.

Üçüncü Basamak
‘‘…ayetlerimizden [bazılarını] ona gösterelim diye;…’’

Mana arıyorum.
Anlamlandırmaya çalışıyorum…
Sessizliğin sesine dikkat kesilerek iz sürüyorum.
Bir şeye işaret bu yaşadıklarım. Bir iz, bir işaret, bir ayet..
Yıldızlara ilişiyor gözlerim, Musa’yı anıyorum.
Hakikati anlamanın, kainat üzerinde yazılı olan mesajı/ayeti okumanın birden fazla -diyebilirim ki yaratılmışların sayısınca- yöntemi olduğunu anlıyorum. Bazı ayetleri anlamak için kuşlar tutuyorum, bazıları için oruç, Meryem misali susarak. Bazen incecik bir hilal anlatıyor hakikati gecenin içinde, bazen bal arısı sürüyor gerçeğin o eşsiz tadını dilime. Bazılarını anlamak için ise sıkışıp kaldığım sınırlı zaman ve mekândan çıkarak uzaklaşıyorum.
Kandiller tutuşturuyorum Nuh’un uzattığı zeytin ağacından, Yunus’un Ay ışığını ödünç alıyorum ve Yusuf’un gömleğini g(s)özüme sürüyorum… aydınlanıyor yolum.
Görüyorum ki anlamsız değil bu yolculuk; işte şahitliğimin ilanı şu okuduğum an, dokunduğum şu mekân. Şahidim ey Gören ve İşiten: Başıboş ve öylesine savruluyor değilim gecenin içinde, her an’ımda her adımımda şahit olunuyorum. An’a d/okunuyorum ve binbir renkli çiçek olup açıyor sinemdeki Esma yüklü tohum. Can buluyor yolculuğum.

Dördüncü Basamak
‘‘…şüphesiz O/o işiten ve görendir.’’

Canlanıyorum…
Diriliyor ruhum.
Ötelerden, ta ötelerden gelen ama yankısını/yansımasını buradan işitebildiğim bir ses duyuyorum.
Şuurlu Bir’i tarafından tercih edildiğimi anladığım anda düzleşiyor beni öldürmek isteyen fani uçurum. Beni gören Bir’ine kul olduğumu duyumsuyorum. Gören, fark eden, düşünen, işiten, duyan ve hisseden canlı biri olduğum için bu yürüyüşün içinde var ediliyorum. Ya da yürüdükçe canlanıyorum, ayağa kalkıyor kulluğum, kıyama duruyor ruhum. Her sabah ve akşam kalbimi ve kalıbımı yaşıyor buluyorum. Öldürülmedim o halde, ümitlice devam etmeliyim yürüyüşüme.

Çok basamaklı bir gece (dünya) yolculuğunun adı olmalı miraç. Yolculuk boyunca kul olduğumu fark ettiğim her an, fark edişime secde ettiğim her mekân ve ruhumun dirilmesi, an’larımın baki alemde can bulması niyetiyle gösterdiğim her ceht ve gayret miracım için birer basamak. Bazen basamakların yerleri değişse de kademe kademe çıkılan kemâlât yolculuğunun adı olmalı miraç. Gece karanlık, uyku çökebilir, gaflet beni bürüyebilir. Bütün bunları Bilen, Gören ve beni yolculuğa Gönderen’in sesini işitiyorum… ‘‘Ey örtüsüne bürünen. Geceleyin kalk, birazı hariç. Gecenin yarısı kalk yahut ondan birazını eksilt. Yahut onun arttır ve Kur’an’ı tane tane oku. Doğrusu biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gece kalkmak (ve okumak) daha kuvvetli, daha elverişli ve daha doğrudur.’’ [Müzzemmmil, 1-6]

Duam olsun beni İşiten’e:
‘Hâl’ime Edip’ diyebildiğim her kelime, basamaklarımın küçük birer taşı olsa keşke…*

——————————————————————————————————————————–

1:Haram kelimesi, sınırları belli olan bir bölgeyi ifade etmektedir ve Mescid-i Haram Peygamber’in yaşadığı bölgedeki mescidin adıdır. Bu bağlamda Mescid-i Haram’ın –Haram’ını kişinin kendine ait yaşanmışlıkları; Mescid’i ise secdeye vesile olan yer, olay, durum, an şeklinde anlıyorum.

2: Aksa kelimesi, uzak anlamındadır ve Mescid-i Aksa, Mekke’ye olan uzaklığına nispeten böyle adlandırılmıştır. Birinci nottaki anlayışa binaen Mescid-i Aksa’yı da kişinin kendi hayatının dışında yer alan ve anlamlı bir secde ile sonuçlanan bütün yaşanmışlıklar olarak düşünüyorum.

3: Ayetin orijinalinde ‘o’ zamirinin önünde Allah’a ait bir lafız olmadığı için iki görüş bildirilmektedir. Birincisi Allah’ı, ikincisi abd yani kulu ifade eder denilmektedir.

4: Yumuşak ve tatlı söz.

*: Bu yazı gerçekten bir basamak oldu inşaAllah. Akıl ve kalbimden geçen ve fakat yazının genel üslubuna uygun cümleler haline getirmeyi beceremediğim için birçok şeyi yazamadım. Tek bir ayet ile bunca hakikati anlatan Kur’an karşısındaki acizliğimi, beyin kıvrımlarımdan parmaklarımın ucuna kadar hissettim. İtiraf ederim ki Kur’an’ı indiren Zat –ki ben O’na Allah diyorum- Subhan’dır, Aziz’dir, Âlâ’dır.

Görsel: https://www.saatchiart.com/art/Photography-Spiral-staircase-Vatican-Museum-Limited-Edition-1-of-20/1012963/3756773/view

İçinden dört dua tut öyleyse.

kuc59fc59f-e1541949659110.jpg

İbrahim’in Kuşları Asırlar Öncesinde Mi Kaldı?

Hâl’ime Edip

 

 

Ben en çok Allah’a alışkınım, en çok O’na müptela..

O’nun Esmasına tutulmuşum delice ve çılgınca.

Kör düğümle bağlıyım Nur’una; körleşiyor bakışlarım o olmadığında.

Deli divane dolaşırken sahralarda, ölesiye muhtacım bir Selam’ına..

Kayyum ismi çekilse evimin duvarlarından kor düşüyor kalbimin odalarına.

Mucib’e tutuklu ellerim; bundandır her duada semaya yönelişi avuç içimin.

Sevdiğim dediğim zata değil benim kalp atışlarım aslında

Bizi birbirimize sevdiren Mukallib el-Kulûb’a.

Cemil ismine sevdalı gözlerim; bundandır güzel görünene meylim.

Ah! Kara sevdam, gizli yangınım, ilk aşkım!!

Kalu Belâ’dan beri vurgunum Baki oluşuna!!

Bekaya namzet emellerim; bundandır elemlerimi sermaye bilişim…

 

İnsan bu; dağılır…

Bir güzelliğin terk-i diyar etmesi üzer seni, KALBİN kırılır.

Bildiğin doğruların hepsi yanlışa çıkar, inhiraflara gebe kalır AKLIN.

Anlamlandıramazsın bütün bu olan’ları. Bunca elem ve keder, bunca çelişki perde gibi çekilir gözlerinin önüne ve OKUMAK zorlaşır an’da tecelli eden Rabbinin adını, ki O yaratmaktadır her bir var olan’ı¹.

Anlamsızlaşınca herşey hiç bir şey yapmak gelmez içinden. Kırılır cüz-i irade denilen tercih kalemin. YAZMAK imkansızdır artık; kelimeler gaflet parmaklıklı zindanda ayağı prangalı bir rehin…

Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte² batarsın. Anın fenaya gider, ölümlerden ölüm beğen!! Doğru okuduğunu yanlış yazdığın için kızarsın kendine, ‘nasıl yaptımlar’a giriftar olur aklın. Bu bir iç savaş. Bu bir  talan. Bu bir soykırım, gönlünü yakıp yağmalayan.

Dedim ya; insansın işte… Dağılırsın…

Darmadağınık hissedersin kendini, bir daha asla eskisi gibi olamayacağını düşünürsün. O sağlam iradeli, dik duruşlu, olaylar karşısında pratik çözümlü, hislerinden ve tercihlerinden emin, o ferasetli insan nasıl geri gelecek ki!! diye debelenip durduğun bir anda bir ses yankılanır varlığının en zarif kıvrımlarında:

‘İnanmıyor musun [dağınıklığını toplayıp seni tekrar dirilteceğime]?

 

İçinden dört dua tut öyleyse. KALP olsun ilk duanın amin diyeni. AKIL yetişsin ikinci duanın imdadına. Semayı çatlatıp yağmurları indirsin üçüncü duayı OKUMAK. Hiç çekinmesin, sarılsın kaleme kirâmen kâtibin, zira en keyiflisi dördüncü duayı YAZMAK: ‘Öyleyse, dört kuş tut.’

 

Toparlanacak elbet kalbin. Sen, sevme yeter ki batıp gidenleri İbrahim misali; alıştır Baki’ye yüreğini. Toparlanacak elbet aklın. Direnme, bırak kendini fikretmenin, düşünmenin, öğrenmenin zevkine. Alıştır aklını Alim’e. Toparlanır elbet algın. Hele bir niyet et okumaya şu ihtişam dolu kâinat kitabının sayfalarını. Niyet et bakalım görmeye harf harf, kelime kelime hem kâinatı hem seni yazanı. Alıştır nazarını Ehad’ın vahdetine. Toparlanacak elbet dağılan kuşların, bir ezan-ı Muhammedî ile toplandığı gibi bütün iman eden samimi insanların. Sen yeter ki alıştır sana emanet edilen kuşları asıl Sahibine. Eğer dağılacak olurlarsa dua et Malik-ül Mülk’üne. Geri gelmeleri, bir araya gelerek itminana ulaşmaları için. Çünkü var olan her bir şey ancak Allah’ı an[la(mlandır)/t]makla mutmain olurlar³:   ‘Onları kendine alıştır. …. sonra da onları çağır [davet et asıl yurduna, dua et]. Sana koşarak gelirler.

Ümitsizliğe düşme hata ettiğin için, sakın!! Beklenen bir hadiseydi zaten dağılacağın:  ‘Onların her bir parçasını bir dağın üzerine bırak.’

Bil ki hatalarını affedecek, günahlarını bağışlayacak, etrafa saçılan parçalarını toplayıp an’larını ayağa kaldıracak ve seni tekrar diriltecek kim ise, odur Aziz ve Hakîm olan kişi : ‘Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’

 

Söyle hadi şimdi, İbrahim’in (asm) kuşları asırlar öncesinde kalmış olabilir mi? Ötüşmüyor mu sence de hâlâ varlığımızın arz ve semasında?

Hani İbrahim: “Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. (Allah ona:) “İnanmıyor musun?” deyince, “Hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması için” dedi. “Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra onların her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır [davet et asıl yurduna, dua et]. Sana koşarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”

 

1: Alak, 1

2: Lem’alar, On Yedinci Lem’a, On Dördüncü Nota.

3: Ra’d, 28

4: Bakara, 260

Görsel: http://www.featherfolio.com/

 

Genel içinde yayınlandı

Ömrüm boyunca her Hâl’ime bir harf yazılıyor

hasrf inkılabı

Kâinatın Okur-Yazarı Olmak İçin Tevhidi Tedrisat ve Harf İnkılâbı

Hâl’ime Edip

 

Protona elektronla bağ kurmayı emretti. “Elektriksel çekim kuvveti” koyduk adını. Hidrojen bağına ‘ol’ dedi; bir su molekülü diğerlerine böyle böyle tutundu. Suların şırıltısında dinlediğimiz o bağ; yağmurun sicim gibi inişinde seyrettiğimiz o bağdan. Nabzımız vuran kalp atışları o bağın ürünü. Yoksa suyun bir damla halinde billurlaşmasını ancak çok gelişmiş bir laboratuvarda, belki bugünlerde görebilirdik. Tabii gözümüzün sıvıları bir arada durursa. Genlerimizin kararlılığı o bağdan; yoksa sabaha böcek olarak uyanmak hiç de şaşırtıcı olmazdı.

Arıya renkleri ışığı vahyetti, renklerin ayırımlarını ilham etti, kokuların şiirini öğretti de, çiçeklerle bağ kurdu, iletişime geçirdi âlemle. Çiçeklerin kovanında sakladığı balı toplattı insan için.

Ve Rahman şimdi, iletişime geçmek istiyor kulu ile. Kelam sıfatı ile donattığı şu kâinat okulunda, her bir eşyanın yüzüne esma yazıyor, sayfa sayfa talim ediyor bizi. Kendisini anlatıyor yeryüzünün en değerli öğrencisine. Eğitime tabi tutuyor insanı ki, okur-yazar olsun ve yaşayabilsin özgürce sonsuzluk ülkesinde.

Bir şeyi okuyabilmek/yazabilmek için kelime olması gerekir. Kelime olmaksızın okuma/yazma yapmak imkânsız. Şu halde esmayı okuyabildiğim her bir zerre en az bir kelime. Fakat kâinattaki kelimeleri okuyabilmem için kelimeleri meydana getiren harfleri bilmem lazım gelir. Alfabesini bilmediğim bir metni nasıl okuyabilirim? Eğer okur-yazarlığın ilk basamağı olan okumayı eşya üzerinde gerçekleştiremiyorsam “harf inkılâbı” yapma vaktim gelmiş demektir: “Alfabe-i Esma” Ve artık alfabe-i esma ile okuyabildiğim her bir eşya Kelimetullah. Bütün mevcudat Rahman’ı anlatan zarif bir mecmua. Taş, toprak, zaman, mekân, hava, İsa.*(Nisa, 171)

Okumak… Her bir yaratılmışta binlerce esmayı okumak. Ya da bir tek esmayı her bir yaratılmışta: Allah. Tedrisat var âlemde. Tevhidin tedrisatı. Tedrisatım tevhid olmamışsa, yani bütün öğrendiklerim beni tek bir noktaya ulaştırmıyorsa, öğrenci sayılır mıyım arzda? Verirler mi yarın diplomamı semada?

Okumak yalnızca kitap, dergi vs. okumak değilse; kâinat, olay, insan, zaman ve mekân da okunuyorsa, okur-yazarlığın ikinci basamağı olan yazmak da sadece yirmi dokuz harfi çeşitli terkipleri ile kâğıda dökmekten ibaret olmamalıdır. Duygu ve düşüncelerimiz ve bunları ifade ettiğimiz her tavır, davranış, bakış, jest ve mimiklerimiz de yazı yazmaktır.

Ömrüm boyunca her Hâl’ime bir harf yazılıyor. Harfler birleşerek kelime oluyor. Kelimler birleşerek cümleyi oluşturuyor. Bir bir yazılıyor… Adı amel defteri olan sonsuz bir deftere kayıt ediliyor. Benim için ‘bu dünya hayatı’ diye bildiğim kaderimi okuyuşum ve ona karşı duruşum, ‘âhiret hayatım’ diyebildiğim kaderimi dokuyuşum, onu dokunuşum oluyor.

Öyleyse esmayı okumak kadar önemlidir esmayı yazmak. Okuduğum ile yazdığım arasında anlam birliği olmalı. Her okuduğum yazdığımı, her yazdığım okuduğumu yansıtmalı.

Nasıl ki en basit manada yazmak eylemini gerçekleştirirken aynı zamanda okuyorum (örneğin şu an bu metni yazarken içimden okuma eylemini gerçekleştiriyorum istemsiz olarak), aynen öyle de her esma okuyuşum bir yazmak eylemine dönüşüyor. Ne kârlı bir eylem! Lütuf içinde lütuf, lezzet içinde lezzet, hikmet içinde hikmet…

Bütün bunların yanında unutmamalıyım ki her esma okuması bir anda olmayabilir. Bazı okumalarım ilkokul talebesi gibi yavaş, bazıları da hızlı olur şu an olduğu gibi. Aynen öyle de, yazmalarımın tümü hem hızlı olmayabilir hem de her okuma eylemimi hemen izlemeyebilir. Hatta bazen bir cümlenin bir kelimesi için yıllar geçebilir. Fakat bana düşen cümlenin tamamlanacağına inanmak. Eksik dahi olsa cümlelerim, bir Özne’si var hepsinin. Özne O olduktan sonra ne önemi var diğer öğelerin?

Ey Kelam sıfatının membaı! Okumayı nasip eyle, her an ve mekândaki imzanın yazımı ile sevindir bizi, güzelleştir okuma ve yazmalarımızı. Genişlet kelime dağarcığımızı. Kâinatın okur-yazarı olmayı lûtfet …

Âmin.

Genel içinde yayınlandı

Tahammüllerimiz azaldıkça adreslerimiz çoğalıyor.

mum

Çok Amaçlı ve Dekoratif

Hâl’ime Edip

Bazı ev eşyaları vardır nereye koysanız koyun yakışır ve birçok şey için kullanılır. Örneğin zarif bir kâseyi salonda göze hitap etmesi için de kullanabilirsiniz, bayramda şekerlik olarak da. Bazı ziynet eşyaları vardır mesela, bütün kıyafetlere uyar. Hangi tarz giyinirseniz giyinin o konseptle bütünlük sağlar. İşte bazı cümleler de aynen böyle. Alın o cümleleri hiç tereddüt etmeden koyun hayatınızın birçok sahnesine, hem iş görür hem nükteli görünür.

Hazreti Peygamber’in en şık ve kullanışlı beyanlarından biriyle başlayalım söze: ‘Erteleyen helak olur’ diyor âlemlerin Efendisi. Hem ne de güzel diyor… Söz Sultanı’nın uyarısı, yedi yaşındaki çocuk için de geçerli yetmiş yaşındaki yetişkin için de. Bütün meslek gruplarına hitap eden bu cümlenin cinsiyeti de yok üstelik. Bayana da yakışır erkeğe de. Öğrenci ertelerse ödev yapmayı/ders çalışmayı dersten kalır, bir doktor geciktirirse yapılması gereken müdahaleyi ölümle sonuçlanabilir olay. Faturalarımızı ödemeyi ertelersek fazlasını ödemeye mecbur kalırız. Evladımıza ahlaki ve insanı değerleri öğretmek için büyümesini beklersek eğer büyümüş benliğinin (nefsinin/egosunun) acımazsız ve umarsız hallerinin sonuçlarını izlemeyi bekleriz. İmanımızı kurtarmayı erteleyip bu dünyamızı kurtarmaya sıvamışsak kolları, ihtimal bir nar bahçesinde son bulur o koca koca telaşlarımız…

İlk defa okuma fırsatı bulduğum birinin sözüyle devam edelim. Peygamber sözü değil ama Peygamber sözü ile beslenmiş bir yürekten çıkmış belli ki: ‘Birbirimize tahammül oranı azaldıkça, adres sayısı artıyor’ (Öbür Divan, 67) diyor İbrahim Tenekeci. Sayın yazarın müsaadesiyle küçük bir değişikliğe gitmek istiyorum cümlede;hammüllerimiz azaldıkça adreslerimiz çoğalıyor. Bu cümle de yukarıdaki hadis gibi hem çok amaçlı hem çok dekoratif. Mesela dostlarımızın bizden farklı düşüncelerine tahammülümüz azaldıkça yeni dostlar edinmeye bakıyoruz. Sevgilinin hasretine/nazına/sızısına dayanma yetimiz azalınca başka kollarda arıyoruz mutluluğu. Çalıştığımız işin güçlüğü karşısında hemen bıkıyor ve bir diğer iş yerinin kapısında alıyoruz soluğu. Ve fakat o durakta da çok durmayıp öteki duraklara atıyoruz kendimizi. Çünkü sorun durağın çekilmez oluşu değil bizim tahammülümüzün az oluşu. Hatta diyebilirim ki yok oluşu.
Bütün bunların ötesinde bir tahammülsüzlüğümüz var ki içler acısı, yürekler yanası, sözler kuruyası, gözler çağlayası… Ömür diye tabir ettiğimiz şu dünya hayatının her an’ını ‘ol’ emri ile yaratan Yaratıcı’nın emirlerine karşı tahammülümüz azalıyor git gide… Tahammülümüz azaldıkça yeni mahbuplar arıyoruz kendimize. Beğenmiyoruz da yaratılan o an’ı, dert yanıyoruz gelen geçene. Üzerimizdeki ‘ol’ buyrukları karşısında dayanamıyorum’ları tercih ediyoruz Yaratıcı’nın güç ve kuvvetine dayanmak yerine. Üstelik bir davet varken bunu yapıyoruz Söz’ün ve ‘kün’ün Sahibi’nden gelen: ‘Mü’minler Allah’a tevekkül etsinler/güvensinler/dayansınlar’ (Al-i İmran, 160). Ve üstelik naifçe teselli etmesine rağmen: ‘La tehin ve la tahzen’ (Al-i İmran, 139)… Kulaklarımızı, gözlerimizi ve kalplerimizi kapattıkça bu asil, vakur ve hakiki davete daha da azalacak gibi tahammülümüz. Azaldıkça tahammülümüz artacak gibi kapısında beklediklerimiz, el pençe divan durduklarımız, emir erleri olduğumuzu sanan sahiplerimiz…

Son söz çağının Garib’inden olsun: Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan lezzet alır (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri-50.

Sanırım böyle konuşmak bir Kur’an uslûbu. Ve sanırım ona belagat deniyor. Ne güzel şey Kur’an’ın uslûbu ile uslûplanmak, ne mutlu bir avunç O’nun Söz’ü ile teselli olmak, ne kutlu bir duruş Peygamber’in sözünün yanında/yöresinde/kıyısında/köşesinde durmak…

Selam olsun bu hâl ile hemhâl olanlara…

Genel içinde yayınlandı

Ah insan! Farklı mı sanırsın kendini aydan?!

ay

S/ay ki İnsan
Hâl’ime Edip

Ay… Kurak bir memleket; insan yaşamaz, bitki yetişmez… Göz gözü görmez, seslensen nefesin bir adım öteye gitmez… Fakat gel gör ki göğün en görkemlisidir; latif ve zarif. Hilâli ayrı güzeldir, ayrı güzel dolunayı. Ve fakat güneşe aynadar olmasını bildiğindendir bütün ihtişamı.

Evet; yüzünü güneşe döndürdüğü sürece görünür bize ay (inni veccehtü vechiye)¹. Sadece dönmesi yetmez ama. Güneşten gelen ışınları geri yansıtması gerekir dünyaya (vel kameri izatelehe)². Ne kadar güneşe döner ve ne kadarını yansıtırsa ışığın, o kadarını görürsün aydan yana. Gümüş rengi ışınları salarken dünyaya, nazlı nazlı dolanır yıldızların arasında.

Güneşten yüzünü çevirip sadece dünyaya bakarsa görünmez olur, önemsizleşir varlığı. Bilirsin, vardır da gökyüzünde, ilişmez işte göze. Değmesi için göze/gönle aynı anda dönmesi icap eder hem dünyaya hem güneşe. Zaten öyledir ay. Ne dünyayı terk eder, ne güneşten vazgeçer; gönlü ikisine de meyleder.
Dünyadaki zaman onun görünürlüğüne göre ayarlanmıştır. Aybaşı, ay sonu, ayın biri, ikisi, üçü, on dördü… Dönüyor ise ay güneşe, görünüyor ise, yani hala döndürülüyor ise (inna ileyhi raciun)³ anla ki vakit devam etmekte. Ve anla ki; zaman akıp gitmekte…

Zulûmatla örtülü dünyanın biricik kandilidir o. Karanlıkta kalmış Yunuslara yol gösterendir. Hakka kafa tutan küfre karşı Muhammed’in parmağının ucundaki pırıltılı mucizedir. Ezeli Kelam’ın yemin ettiği ayettir.

Ah insan! Farklı mı sanırsın kendini aydan?!

Dön ki yüzünü Nur’un Sahibi’ne, görünesin Güzel’e. Ki O yüzünün de sahibindir, nur diye bildiğin güneşin de, dönmenin de, görünmenin de, ‘insan’ diye bildiğin, ‘kendim’ diyebildiğin senin de.

1: ‘Şüphesiz ben yüzümü Allah’a döndürdüm.’; En’am Suresi, 79.
2: ‘Ve ay, [güneşe] tabi olduğunda.’ Şems Suresi, 2.
3: ‘Şüphesiz hepimiz Allah’a döndürülmektesiniz.’

 

 

Görsel: https://www.google.com.tr/search?q=ay+tumblr&tbm=isch&tbs=rimg:CeBLFb8sryueIjhbcD8wqkwFsMwnI1PFaY6Dk4nfCl-lKlVIzuv41onKtSIHcPLrGk5OcrKzJX30FgLwKGkeu_16ItyoSCVtwPzCqTAWwEeFa4_1p0DfLmKhIJzCcjU8VpjoMR-acmoWlLnp4qEgmTid8KX6UqVRGBvrSEq9HP_1yoSCUjO6_1jWicq1EYmsOts23WylKhIJIgdw8usaTk4RJ0Fjcg7ieSQqEglysrMlffQWAhHKrO0VN7B4uCoSCfAoaR67_1oi3ESn-XvQu8Md6&tbo=u&sa=X&ved=2ahUKEwiBu_TP6tbdAhUNZlAKHUxsDBYQ9C96BAgBEBs&biw=1366&bih=657&dpr=1#imgrc=W3A_MKpMBbDKvM:

Genel içinde yayınlandı

kalbin her attığında yeni bir hâl’e akıyorsun aslında…

kalpcik

Kalbinin Her Atışı Varlığının Yeni Bir Hâl’e Akışı
Hâl’ime Edip

Yaşım on iki.
Bir şehir var aklımda, hedefe onu koymuş yalnızca onlu hayaller kuruyorum. Bir şehir var kalbimde, sevgiliyi anlatır gibi onu anlatıyorum gördüğüm herkese. Nerden duydum, nasıl böylesine hayran oldum, hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, İzmir’de üniversite okumak istiyorum…

Yaşım yirmi iki.
İzmir hayalim gerçekleşmek üzere avucumdaki kalemin üniversite tercih formuna bırakacağı izleri bekliyor. Dolduruyorum formu İzmir ile. Öylesine malik, öylesine hüküm sahibi hissediyorum ki kendimi kaderim üzerinde ve öylesine eminim ki İzmir’de bir üniversiteye yerleşeceğime, asla rahatsız etmiyor bir iki tane Ankara sıkıştırmak tercihlerime. Sonuçların açıklanmasına iki gün kala, bir an kendimi dua ederken buluyorum: “Allah’ım, benim ne işim var İzmir’de? Ne yapacağım orada? Ankara olsun, Ankara!” Oturuyorum Ankara, kalkıyorum Ankara.
Yıllar yılı dilimden düşmeyen İzmir hayallerimin yerini nasıl ve neden Ankara alıvermişti! Ama olan olmuş, “Allah, kişi ile onun kalbi arasına girivermişti.” [Enfal, 24] Klişe ifadeyle, kader ağlarını örmüş; görünüşte ÖSYM hakikatte Müsebbib’ülEsbab beni Ankara’ya yerleştirmişti. Böylece başlamış oldu bir kalbin değişim serüveni.

Yıllar sonra anlayabildim kalbimdeki inanılmaz ve birden bire gelen Ankara sevgisinin sebebini: Meğer Mukallibe’lKulûb’muş Allah. Yalnızca ve yalnızca Allah’mış kalpleri birbirine ısındıracak, bir yolda sabit kılacak. Çünkü kalpler, kudret ve hüküm sahibi olan Allah’ın emri ile evirilip çevrilebilirmiş ancak.
Cüz’i iradeyi hiçbir şekilde kullanmadığımız olaylarda, Allah’ın varlığını, isimlerinin tecellilerini görmek ve hissetmek, kendi irademizin karıştığı olaylarda görmekten daha kolaydır. Fakat bir işe kendi irademiz karışmış olsun ya da olmasın, olan ve olacak olanlarda tercih yine Allah’ın. Sıra bunun anlaşılmasına gelmişti. Zira Mukallibe’lKulûb olan Allah, yalnızca gizli/gizemli olaylarda değildi ki! Belki o sadece bir dikkat çekme evresiydi.

Şimdi gerçekleri görme vakti:
İşin içine kalbin karıştığı her an’da ve her ol’anda Allah bizzat var ve hüküm sahibi. Sahi, dünya üzerinde kalbin karışmadığı bir iş var mı ki? Kalp sırf bir erkekle bir kadın arasındaki ilişki için mi? Sadece annenin bebeğine şefkat besleme yeri mi? İki arkadaş arasında kurulan sevgi köprüsünün iki direği mi? “Ruhum, ruhunuzdan yaratılmış gibi hissediyorum’’ diyen bir sevgili hangi psikoloji kuramı ile açıklayabilir böylesine yoğun bir hissi? Sevme, beğenme, hoşnut olma, zevk alma, nefret etme, kızma, haset etme gibi bütün insani duyguların dışa vurumu ve bu sebebe bağlı olan hadiselerin tümü kalbin avuçlarında yürür. Kısaca her şey kalpten geçer.

Kalplerin yönlendirildiği durumlar böyle. Peki ya kalplerin yönlendirilmediği durumlar nasıl? Nasıl oluyor da, Allah, milyonlarca seçenek arasından neden bir şeye yönlendiriyor kalbimizi? Soruyorum kendime: “Bu yönelişler alelade olabilir mi?” “Seni sevmek için çok uğraştım ama olmuyor, sevemiyorum seni” itirafına giriftar olan zavallı kalbin kusuru ne olabilir ki? Niye o kişiyi sevdik, başkasını değil? Niye kimyadan zevk aldık da, tarihten değil? Niye o hâl bize çirkin geldi de, seve seve bu hale razı olduk? Niye haset ettik arkadaşımızın yaptığı işe? Niye editör o yazıyı beğendi, diğeri yerine?

Yaşım otuz.
Senelerdir cümlelerine kalbimin ısındığı, bu ısınmadan dolayı bende kalıcı davranış değişikliğine esbab olan -ki kalıcı davranış değişikliğine eğitimde ‘öğrenme’ denir- bir yazarın yazıları hakkındaki fikirlerimi beyan etme fırsatı verdi bana o esbabı da Yaratan. Ve yazarın (editörü olduğu dergi için) zarif teklifi geldi hemen ardından.

Aslında ne ben çok iyi bir yazardım ne de editör benim kaşıma gözüme hayran! Fakat kalpleri evirip çeviren ve birbirine ısındıran Allah, yine O’nun irade etmesi ile kalemimden çıkan kelimeleri sevdirdi editöre ve böylece başlamış oldu yeni bir hikâye.

Madem her şey O’nun kudret elindeydi, madem O,seçenin kalbine seçilenin hâlini sevdirendi ve hem madem yazan da bunun farkında idi, o zaman önce kalbi yazmalıydı yazan, önce kalplerin O’nun elinde olduğunu bildirmeliydi.“Kâinatta her an ve her ol’an Rahman’ın isimlerinin tecellisidir. An’a ve ol’ana bu zaviyeden bakıldığında her şey bir açıklama bulur, taşlar yerli yerine oturur. Akıl ancak bu açıklamamanın öğrettiği ile teskin olur, teselli bulur.’’ Demeliydi; hem kendisine hem kendisi ile dinlemek isteyen herkese. Belki de Mukallibe’lKulûb, bunları söylemesi için sevimli eylemişti kelimelerini editöre.

Tabi ya, Yaratıcı’nın her emri (ol) bir hikmete binaen ise ve bu emirlerin hiç birinde abeslik yok ise, kalbimizin milyonlarca seçenek arasından tek bir şeye (ya da kişiye) yönelmesi bizim oradaki Esma’yı görmemiz içindir elbette. Yazan bunları idrak etsin, okuyan da istifade etsin diye.

Kim bilir; yazanın bir şükür mukabelesinde bulunması içindir bunca olan, bunca lütuf ve ihsan…

Son olarak okura;
Hoş geldim kalplerimizi hâlden hâle çeviren MukallibekKulûb’un bin bir Esma pırıltısına. Hoş geldiniz o pırıltıları aktarma çabama…

Genel içinde yayınlandı