İnsanların çılgınca ve hızla ordan oraya koşuşturduğu bir çağda, durup seyredebilmeyi öğrendim yürüyüşüm yavaşladığında. 

Şükür Listesi

Hâl’ime Edip

Kadıköy. Kalabalık ve yokuş bir sokak. Ayaklarım, arkadaşımla buluşacağımız kafenin önüne çivilenmiş, ağlamamamı durdurup içeri giremiyordum. Yanlış gördüğümü düşünerek saatime tekrar baktım. İnanmıyorum. Bir kez daha baktım. Hayır, bir yanlışlık yoktu. Tam kırk üç dakikadır yürüyordum. En son, üniversite yıllarımda yürümüştüm bir yerden yere bu kadar uzun ve yalnız. Araba kullanmamış, kimsenin koluna girmemiş, insanların önümden, arkamdan, yanımdan geçmesi beni hiç korkutmamış, en önemlisi de düşmemiştim.¹ 

Allahım, yürümek ne kadar da büyük bir nimetti! Hele de birinden bağımsız yürümek nimeti çok lezzetliydi. 

Evet, yürümek elbette nimet ama hastalığın da büyük bir nimet olduğunu inkar edemem. Az mı kitap okudum düşüp günlerce ayağa kalkamadığı zamanlarda. İnsanların çılgınca ve hızla ordan oraya koşuşturduğu bir çağda, durup seyredebilmeyi öğrendim yürüyüşüm yavaşladığında. Kimsenin görmediği ağaçları selamladım, evlerin eskiyen tuğlalarının gönlünü aldım. Ruhumu keşfe çıktım karla kaplanınca sokaklar. Hem de ne keşif! Fikir yüklü yollar, söz tohumlu tarlalar…

Bütün bu düşünceler zihnimde ayrı ayrı seslendiriliyordu. Kafamın içi şenlik alanı dönmüştü adeta ama bir ses, diğer bütün sesleri bastırdı: ‘‘Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?’’²

Yalanlayamazdım, yalanlamadım da. Her ne ki verilmişti bana, nimetti: Ev, araba, zeka, eş, dost, akraba, iş, güç, sağlık, para, çocuk, torun, anne ve baba… Her ne ki geri alınmıştı benden, nimetti: Ev, araba, zeka, eş, dost, akraba, iş, güç, sağlık, para, çocuk, torun, anne ve baba… Hiç verilmemiş olanlar dahi nimetti. İyi ki verilmemişti mesela zor yürüdüğüm zamanlarda çarşı-pazar gezme hevesi. Birini öldürme düşüncesi veya yaşadığımız şehrin bombalanması emri iyi ki hiç verilmedi.

Yeniden coştu gözyaşlarım ama gözlerimden akan şey sadece iki hidrojen ve bir oksijenin oluşturduğu suyun tuzlu hali değildi. Yaş diye akan, kalbimden taşan şükran senfonisiydi.

Arkadaşımın sesiyle irkildim:

-Nasıl geçti ilk yürüyüşün? Niye içeri girmedin? 

Sorularını sormaya devam ederken kolumdan tutup bir masaya oturttu beni.

-Yoruldun mu yoksa? Su isteyelim, heyecanlanmış olmalısın.

Masanın üzerinde duran menüye ilişti yaşlı gözlerim. Ne kadar çok çeşit vardı listede. Hangisinin nimet olduğuna karar veremiyordum: dilimin emrime sunulmuş binlerce yiyecek olması mı? Bunlara erişebiliyor olmak mı? Onları yiyebiliyor olmak mı? Yoksa bütün bunları düşünebiliyor olmak mı? 

Bir kez daha yankılandı ayet olanca şiddetiyle hücrelerimde. ’‘Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?’’ 

———————————————————————-

1: Bu bir dua cümlesidir. Okuyan herkesten bir gün kalabalıklar içinde bağımsız yürüyebilmem için dua beklerim.

2: Rahman Suresi, 13

görsel: https://images.app.goo.gl/HDq8SnT4feoV4xKD6

Bir Kurban Bayramı klasiği olan yağmur senfonisi başlar küre-i arzda.


Suyun Dört Hâli

Hâl’ime Edip

Ömrüm ki tümüyle bir hâl-i sa’y…
Bitmiyor ki his-fikir tepeleri say say!
Doğar mı benim geceme de bir halis ay?
Ve yok mudur bana zemzemden bir pay?

1.
Özelliği yakmak olan bir oksijen atomu, yanmak için yaratılmış iki hidrojen atomu arasında salınır durur suyun oluşumu için.
Ortak bir niyet etrafında bağlanırlar birbirine; sakin ve dingin, kendilerinden emin.
Alev alması gereken, ortalığı ateşe vermesi beklenen bir karşılaşmanın beklenmedik neticesidir su.
Demek ki bileşimdeki elementlerden değil suyun ferahlığı.
Su… Müşfik bir sıvı, kaygılıların gönül alıcısı, yer ve gök arası boşluğun cilvesi, göklerden yere çocuk edası. 
Yatıştırır girdiği her ortamı, söndürür ateşlerde kalmışları, rahmetle kucaklar kendisine susamış kurak toprakları.
Ferahlık vardır elbet suya, güvenip teslim olduğunda Selam’a¹; ki O hem yakana hakimdir hem yakılana.

2.
Yakan ve yananın buluşmasına serinlik bahşeden Cebbâr. Kırıyor kuralları. Ateşi serinliğe ikna ediyor. Yakınlığın kalbinde saklı sürprizi çocuk Suedâya bürüyor. Uzağı yakın eden kurbiyetiyle, düşmanlıkları yıkıyor, yabancılıkları eritiyor, tıynetleri buharlaştırıyor. “Ey ateş, serin ve selâmetli ol!” buyruğuna İbrahim[as] teni eyliyor dudaklarımızı. Her yudumda, her yağmur damlasında, her gözyaşında gül devşiriyoruz ateşin göğsünden. Ve sonra ateşte yanmayan İbrahim’in en çok yandığı yeri hatırlıyoruz. Safa-Merve arasında, Hacer’in ve İsmail’in yakıcı çaresizliğinden bulut bulut inen suyun şırıltısını işitiyoruz.

3.
Çölün ortasında bir kadın.
Yüreği yangın yeri kadının.
Terk edildi çocuğuyla birlikte ansızın.
Koşturup duruyor kadın Merve ile Safa arasında; yalnız, yorgun, argın, ayakları yalın.
Yok mu gelen-giden, uzanacak bir el yok mu bebeğine?
O da ne! Zemzem fışkırıyor hiç beklenmedik bir yerden, su serpiliyor kadının yüreğine.
Zemzem… Haşmetli bir hitap, hakikat-i şarap, en şeffaf cevap!
Kadının ve çocuğun çöle bırakılmasını emreden Zat, bildirir her şeyi bildiğini, gördüğünü gösterir her bir şeyi.

4.
Bir Kurban Bayramı klasiği olan yağmur senfonisi başlar küre-i arzda.
Göğün sakinleri, arza bağlı ve fakat semalı olan kardeşlerine Rablerinden selam getirir, sicim sicim: “Gördüm, işittim, kabul ettim.”
Boşuna rahmet değildir yağmur.. Merhametli bir Habir’ülMucib‘in² gurbette çırpınan dostlarına “alıyorum haberinizi, selamsız bırakmam sizi” demesinin maddeye bürünmüş hâli. Ki biz çırpınıyoruz yer ile gök, akıl ve kalp, günahla sevap, kulluk ile ilahlık arasında gidip gelmekten.
Yağmur… Damla damla lûtuf, sağanak sağanak ihsan.Kadim Dost’un kokusu var içinde buram buram.
Yağmur… Rahmetli bir şiir, muhbir-i fecir, hayata iksir…

Ve bir dua dökülür dillerimden yağmurla karışık, yer ile barışık, gök ile tanışık:
Kestiğim ümitleri kurban diye kabul eyle de bayram edeyim³ ey Mevla’m, ey Reca’m,4 Azimü’r-Reca’m5, ey Enis’im6, ey Vekil’im, RabbiRahim’im

1: Selamet ve huzur veren anlamındaki Esma.
2: Habir, haberdar olan; Mucip, cevap veren anlamındaki Esma
3: Her Gece Bir Dua, Senai Demirci.
4: Cevşen’den, Allah’a hitaben, Ümid’im
5: Cevşen’den, Allah’a hitaben, En Büyük Ümidim
6: Cevşen’den, Allah’a hitaben, Dostum


Görsel: https://images.app.goo.gl/yL5a1uyrPjS2vfWE7

Belli ki ölesiye bir aşk değildi onunkisi; öldüresiye bir aşktı.


Nekrofilik¹ Sevdalar
Hâl’ime Edip

Bir ayete vurulmakmış meğer ‘aşka düşmek’ dedikleri..
Hem öyle bir düşmek ki nehirler çağlayası, çiçekler açası,
Güneşler doğası, aylar parlayası,
Kokular sarası, renkler coşası…
Bir günahın ızdırabı ile yanmakmış meğer aşk ateşi!
Zifir-i ayaz gecelerde buz keserken bedeni,
Alevlerde bırakırmış gözleri.
Hem öyle bir alev ki içler acısı, yürekler yanası,

Sözler kuruyası, gözler çağlayası…

Morgta yatan ölü adamın yüzüne baktı kadın. Cansız bedenini süzdü hayran hayran. Nekrofilisi vardı kadının; ölülere karşı cinsel ilgi duyuyordu. Sırf bu yüzden morgta çalışıyordu. Müthiş bir neşeyle dolaşıyordu bir sürü ölmüş bedenin arasında. Sanırsınız yıl başı partisinde!

Kan revan içindeki çocuklara baktı kana susamış devlet adamı derin bir keyifle. Nekrofilisi vardı devlet adamının; zevk alıyordu çaresiz, masum insanları öldürmekten. Barış diyordu yaptığının adına, adalet diyordu, ekonomi diyordu, kutsal bir gaye için ateş saçıyordu ama aslında öldürmeyi ve ölüleri seviyordu. En çok da kendi öldürdüklerini seviyordu.  

İncittiği, kırdığı, dağıttığı ve nihayet seviyorum diye diye parçaladığı kalbin sahibi olan kızın gözlerine baktı çocuk, büyük bir şehvetle. Nekrofilisi vardı çocuğun; haz duyuyordu aşık olduğu kızın kendisine olan samimi ve içten duygularını öldürmekten. Durduk yere kıza bağırıp çağırıyor, yapılan bütün güzelliklere ilgisiz kalıyor, bi’ gidiyor bi’ geri dönüyordu, kızı defalarca aldatıyor  ve kendisinden uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Sorsanız kızı ölesiye seviyordu. Belli ki ölesiye bir aşk değildi onunkisi; öldüresiye bir aşktı.

Dönüp dönüp geçmişindeki acılara, kederlere, hüzünlere baktı insan. Gizliden gizliye bir lezzet alıyordu acılarından. Nekrofilisi vardı insanın; geçip gitmiş, ölmüş bitmiş, müdahale edemediği zamanlarını şimdi ve burada sevmeye bayılıyordu. Annesi dövmüştü, babası hor görmüştü, eşi aldatmıştı, çocukları emeklerini boşa çıkarmıştı, arkadaşları vefasız çıkmıştı, gençken boyu yeterince uzamamıştı, iş yerinde hak ettiği makam verilmemişti… Bunların hepsi di’li geçmiş zamanlardı ama hiç biri dili² geçip gidememiş bilakis dili mesken haline getirmişti. Geçmişi hep sancılı değildi elbette insanın; çok  mutlu anları da vardı. Bebeğini eline aldığı o ilk anı hiç unutamıyordu mesela; heyecandan kalbi yerinden çıkacaktı. Genç, güzel/yakışıklı  ve sağlıklı biriyken nasıl da herkesi peşinden koşturmuştu! Ülkede gezilmedik yer bırakmamış hatta bir çok kez yurt dışına da çıkmıştı. Ev almıştı, araba almıştı, erkek adamdı, erkek çocuğu vardı! Aşık olmuştu, aşkına karşılık bulmuştu… Ama lezzetin bitmesi elem veriyordu insana ve bu sefer de niye bitti diye ağlanıyordu. Hiç bitmeseydi o anlar, bitmemeliydi.  İşin aslı, insan, iyi ya da kötü hep geçmişin/geçmiş işlerin derdindeydi.   

Konuştukça konuştu ortamda bulunmayanlar hakkında, söylendikçe söylendi kendisine yapılan hataya; hiç dönüp bakmadan kendi hatalarına. Söz ölmüş, nefes kokuşmuş, haber çürümüştü oysa. Ah! tabi ya, nekrofilisi vardı; çok hoşlanıyordu kardeşinin ölü etini³ yemekten. Canlı dilini ölü seslere dolamaktan asla çekinmiyor; ballandıra ballandıra anlatıyordu başkalarının günahlarını. Asıp kesiyordu gıyabında kesin hükümler verdiği kişileri. Kapalı kapılar arkasında milyonlarca şaşalı cenaze töreni. Öldürenlere açık, öldürülenlere gizli! Sahi, kim yapıyordu bunların hepsini? Kimdi bu paragrafın öznesi? Yok canım, biz değiliz ki!

Bekaya aşık kalplerimizi öldürdük ve fani ile meşk ettik günlerce, gecelerce, hecelerce…. Nekrofilimiz var çünkü; heves ediyoruz dünyanın geçici, ölümlü tatlarına. Binlerce heva mezarı kazıyoruz Yaratıcı’nın isimleri adedince tohum barındıran toprağımıza. Tıpkı bir ölü gibi etkisi olmayan, bize birşey yapamayan, fayda sağlamayan kuruntularımızın dergâhı ilan ediyoruz dipdiri an’ımızı ve hatimler dağıtıyoruz öleceğini sandığımız yarınlarımız adına. Yüzde doksan dokuzu boşluk olan atomlardan müteşekkil bedenimizin yani yüzde birlik kısmımızın arzuları peşinde koşturup duruyoruz. Bir ayağı mezara prangalı fiziksel varlığımızın safası için sonsuzluğa programlı ruhlarımızı feda ediyoruz.

Bir nefrofilik sevdanın ardı sıra sürükleniyoruz.
Nefesimiz kesiliyor…
Ölüyoruz!


1: Ölü seven; ölü sevici; ölülere karşı cinsel istek duyma bozukluğu.

2: Hem konuşma organı hem de gönül anlamına gelmektedir.

3: Hucurat Suresi; 12. Ayet

Görsel: https://www.pinterest.com.mx/pin/554013191661162228/

kar-lı günlerden kâr-lı günlere…

Kar(a)lama Çalışması-1
Hâl’ime Edip

Ankara, 2011

Ankara’ya kar yağdı…
Ben kitap okudum.
Ben kitap okudum, An-kara’ya kar yağdı.
O yağdı, ben okudum…
Okudukça d/okundu ruhum harflere, d/okundukça eridi buzdan dağlarım cümle güneşinde.
Gök, kar topladı günlerce; kalbim kelimeleri biriktirdi hece hece.

Sen sanırsın ki aynıdır bütün kar taneleri.
Hayır! Farklı farlı birbirinden hepsi.
Sessizliğine eşlik eder eşsiz desenleri.

Sen sanırsın ki aynı anlamı ifade eder kelimeler herkeste.
Ben, ‘bir güzel’ derim, bin güzel belirir zihinlerde.
Hepsi birbirinden güzel, hepsi birbirinden şahane.

Ana karalara kar yağdı…
Karla kapanınca yollar, ruh ülkemi gezdim adım adım, yavaş yavaş, azar azar…
Hem de ne gezme; Esma yüklü köşeler, söz tohumlu tarlalar, efkar dolu sokaklar!!
Nur’a aralandı aklım, buz tutunca kapılar.
Be/yaz(may)a gark etti beni bu kara kışlar.
Ama kar ile kapanmıyor sadece yollar.
Kara sevdalar, fırtınalı ayrılıklar, karalar bağlatan kavgalar…
Sanki her yerde güzellikeri örten bir karalama çalışması var!!
Arsız bir kar ayazı ile sızlıyor kalbin parmak uçları, karanlıkta kalıyor ak/lın odaları. Karışıyor akla kara.
Bir çığ/lık kopuyor ruhumdan!
”Bugün ah, kâr olur.”*
Çığ altında kalıyor karışık rüyalar, sarmaşık hülyalar; bembeyaz oluyor kapkaralar.
Yine yapacağını yapıyor kar!
Beni eve hapseden beyaz esaretim, karlı An’(ı)kara günlerim kârlı gelecek günlerime ön söz yazıyor…

Böyle böyle son söz yazılıyor:
Rengarenk bahara gebedir en çetin kışlar. Elbet bizim yurdumuza da uğrar göçmen kuşlar.
Hele bi’ bitsin şu kış, hele bir erisin karlar, suyla dolsun denizler, deryalar, çaylar…
Çağlayacak elbet dağlardan ovalara, yeşertecek çayır çimeni.
Papatyalar bürüyecek kalbimizin içini, gelinciklere duracak her y/an; menekşeler, bayram sevinci.

&&&

Kar(a)lama Çalışması-2
Hâl’ime Edip

Kocaeli, 2022

Şehre kar yağıyor.
Kar ağaca değiyor.
Ağaç kâr’a geçiyor.
Kara kış değil bu yağan
Gözü ağlatmıyor, kalbi sızlatmıyor.
Güzel’in habercisi ak güvercinler uçuşuyor gökte.
Evet, evet şehre kar yağıyor.

“Allah kar gibi gökten yağınca” diyor ya Sezai Karakoç.
İşte öyle bir şey bu.

Sessizce kuşatıyor her şeyi.
Karaları sakince aklıyor.
Hep burada olduğu halde, tane tane gizleniyor kar; yokmuş gibi yapıyor ve çığı tam kalbinden ok gibi vuruyor.
Çığ/lığa duruyor yer-gök.
Şehre eşsiz bir kar yağıyor.


Göğün ihtişamını yerin göğsüne kalp gibi yarasız beresiz sokuyor.
Kalıp gibi oturuyor beyaz gömlek yerin gövdesine.
An’ın telaşla uçuşan saçlarını sonsuz beyaz sükunete bağlıyor. Dünyanın türlü türlü telaşını beyazın avuçlarında eritiyor.
Koşturup duran şımarık şehirleri yumuşacık bir dokunuşuyla durultuyor.

Allah kar gibi yeri göğe ağdırıyor.
Kar gibi kalbimize umudu iade ediyor.
Kalbimize yaz geldiğinde rengârenk çiçeklere boyamak için bizi, kar gibi yalnızlığımıza be/yaz astarlar çekiyor.
Bütün karalamaları söküp atıyor.
Kürek kürek kar atıyor yüreğimizin susuz kalan toprağına.
Kar gibi sessizce y/anımızda duruyor.
An, eşsiz bir kar tanesine dönüşüyor, cennette düşüyor..
Şehre kar yağıyor.
Kalp kararmıyor.
Ağaç kararında yetişiyor.
Göz, hem ak hem kara olmaktan gücenmiyor.
Güzeller, içinden Bir Güzel’i anıyor.
Bu karlı günlerden herkes kârlı ve yüzü ak çıkıyor..

——————————————————————————
Not: Yıllar önce, Ankara’da öğrenciyken kar yağdığı için okula gidemediğim, günlerce evden çıkamadığım çok olmuştur. Hatta memlekete gidemediğim bir şubat tatili bile hatırlarım! Kar(a)lama Çalışması-1, öğrencilik yıllarımın bir tezahürü. Şimdi Kocaeli’de öğretmenlik yapıyorum ve senler sonra ilk defa bu kadar uzun bir kar tatili, beni evin içinde tutunca o yıllar geldi aklıma. Kar(a)lama Çalışması-2 de son üç günün Hâl’im Sena ile kalemimize/kalbimize düşen kelimeleri.   


*: Her Gece Bir Dua; Senai Demirci.

Görsel: https://www.google.com/search?q=kar%20ve%20yaz&tbm=isch&tbs=rimg:CdKAKPIZHszCYUlVp83a5EjAsgIMCgIIABAAOgQIABAA&hl=tr&sa=X&ved=0CBsQuIIBahcKEwiYlbzExcD2AhUAAAAAHQAAAAAQBw&biw=1349&bih=600#imgrc=C11ptI5EVi27gM&imgdii=Evp03syrhFYv2M

Meryem aleyhisselamın doğum sancıları gibidir başımıza gelen en azılı dertler. Yok olmak isteriz yerin yüzünden.


Kalbimizi Yeniden Yazmak
Hal’ime Edip

Üniversite yıllarım… Bin bir güçlükle geçen altı koca yıl… O altı yıldan daha büyük hacim kaplayan on binlerce anı. Bu anıların hiç şüphesiz en kıymetlilerinden bir tanesi, mezun olmak için geçmem gereken, yüzde yüz devam etme zorunluluğumun olduğu ve benim de canla başla katılmaya çalıştığım enstrümantal analiz dersinin hikayesidir.

O gün her zamanki gibi derse gitmek için yola koyuldum, alacağım ‘asıl’ dersten habersiz. Üniversitenin yerleşkesine girip de dersliklerin olduğu binaya yaklaşınca ilk top güllesi düştü önüme. Binaya girmek için kullandığım rampa, okuldaki inşaat çalışmalarından ötürü kapatılmış, giriş-çıkışlar binanın yanındaki korkuluğu olmayan ve benim tek başıma inip çıkmamın imkânsız olduğu merdivenlerle sağlanıyordu. Kısa bir süre derse girmekle geri dönmek arasında kaldıktan sonra yanımdan yığınlar halinde geçen ve fakat beni asla fark etmeyen öğrencilerin birinden yardım istemeye karar verdim. Yardım istediğim kişi –sağ olsun- bana binanın girişine kadar refakat etti. Binaya girdikten sonra ikinci top güllesi düştü feri gitmiş ayaklarımın ucuna. Binanın asansörü bozulmuş, benim dersliğe ulaşmam adeta imkansız hale gelmişti. Çünkü derslik üçüncü katta idi ve benim oraya merdivenleri kullanarak çıkmam ancak ders sonuna yetişirdi. Ve o gün derse girmem hayati önem taşıyordu zira mezun olmam için o derse girmek (devam etme zorunluluğundan dolayı) mecburiyetindeydim. Bir umutla binanın girişinde hocamızı beklemeye başladım; durumu bildirip beni yok yazmamasını rica etmek için. Karşıdan hocanın geldiğini görünce heyecanlanarak ayağa kalktım, ‘hocam asansör bozuk, geldim ama derse giremiyorum…’ dememe kalmadı hocamız cümlemi bitirmeme izin vermeden önümden geçti ve gitti. Bu kayıtsızlık karşısında feri gitmiş dizlerimin bağı tamamen çözülmüştü. Binanın önündeki banka oturdum. Kalbimde biriken basıncı düşürmek için kaç dakika gözyaşlarımı önüme akıttım şimdi hatırlamıyorum fakat zannediyorum memlekette kızmadığım üniversite hocası, rektör, mili eğitim bakanı, yök başkanı vs. kalmamıştı. –cahillik işte :)-

Ben ve benim gibi binlerce engellinin asıl sorunu engeli ile değildi çünkü. Etrafımızdaki engelli olmayan(!) diğer insanların bizimle yaşamaya ‘alışamamaları/alıştıramamamız’dı asıl sorun. Ben bunca kızgınlık ile ağlarken bir arkadaşımla karşılaştık ve geri dönüş yolunu birlikte aldık, yine asıl altın gülleden habersizce! Eve vardım, odama girip biraz olsun duygularımı durultmak için kitabımı açtım ve kaldığım yerden devam ettim. Yıllardır üniversiteli arkadaşlara anlata geldiğim, artık ezbere bildiğim/bildiğimi zannettiğim Birinci Lem’a’ya dair cümlelerle düştü asıl gülle kalbime: ‘‘… Mesela yolda mı kaldık; bu aksiliğe sebep olarak gördüğümüz her şeyi sıralarız: Belediyenin ilgisizliği, karayollarının ihmali, elverişsiz hava şartları,bozuk şehirleşme vesaire. Ancak, içinde bulunduğumuz anı, anın şartlarını perde ederek yaratan Müsebbibül Esbab en son gelir aklımıza ya da hiç gelmez. Fakat Yunus Aleyhisselamın aklına ilk O gelir: ‘La ilahe illa ente subhaneke inni küntü mizezzalimin’. …’’¹. Bir hışımla kapattım kitabı. Ağlıyorum, gülüyorum, dudaklarımdan anlamsız kelimeler döküyorum! Hasılı vücut ve beyin fonksiyonlarımı kontrol edemiyordum! Kaybettin dedim kendi kendime, KAYBETTİN! Fakat şükretmelisin ki sen unutsan da seni unutmayan Rabbin seni, kaybettiğinin farkına vardırıyor, hatanı bildiriyor, bununla da kalmayıp doğru yolu gösteriyor. Üstelik bunu kırmadan incitmeden naif bir insanın eliyle yapıyor.² Ne latif bir zarafet!

Evet, Kur’an’daki her bir peygamber kıssası aklımızın en ince sızılarına, kalbimizin inciden gözyaşlarına dokunur aslında. Başımıza gelenlerin bir tek bizim başımıza gelmediğini söyler. Hatta henüz başımıza gelmemiş ama gelecek olanlardan da haber verir. Kitab’ın kendi ifadesiyle ‘Sana bu Kur’an’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki daha önce sen bunlardan habersiz idin.’(Yusuf Suresi, 3)

İnsanın doğruyu ve yanlışı ayırt etmesi için gönderilen Kur’an, ‘Meryem’i an’ der. Çünkü Meryem aleyhisselamın doğum sancıları gibidir başımıza gelen en azılı dertler. Yok olmak isteriz yerin yüzünden. Meryem, bir mucize doğuracağını bilemez ama biz bilelim ister: İsa mucizesine gebedir bütün kederler. Emin olmak lazım kaderden. Yusuf der Allah, Meryem der, Musa der, İsa der, Harun der, Firavun der… Sanır mısınız bizden başkasından bahseder?! Hayatımız boyunca adım adım biz kullarına rehberlik eder.   

Kitap’ın sayfaları arasında ilerlerken insanın yüzünde tebessüm uyandıran, samimi, sıcak ve akıcı bir üslup görürüz. ‘Rabbin sana küsmedi, darılmadı da’ der mesela Duha Suresi’nin 3. ayetinde. Ancak bu sıcak ve samimi üslup Kıyamet Suresi’nin saçları beyazlatan ayetlerine mani olmaz: ‘İnsan kendisini başıboş bırakılacağını mı sanıyor?’, ‘O gün insan der ki: «Kaçacak yer nerede?» Hayır. Hiçbir sığınacak yer yoktur.’…

‘‘De ki’, ‘görmediniz mi’, ‘hala düşünmez misiniz?’ şeklindeki ayetlerle ipeksi dokunuşlarla bizlere Kur’an’ı anlama, kavrama, düşünme, değerlendirme ve içselleştirme fırsatı sunar Ezel-i Kelam’ın Sahibi.

Kalbimizi tiryak misal iyileştiren, ruhlarımıza taze birer soluk üfleyen ayetler, bize sesleniyor asırlardır her satırıyla. İzin verelim Kur’an’ın ayetleri gönlümüze girsin, ruhlarımıza işlesin. İzin verelim yaralarımızı sarsın, Kalplerimizi Yeniden Yazsın.



1:  Kalbimizi Yeniden Yazmak, Senai Demirci
2: Senai Demirci

Not:1: Yukarıda anlattığım olayın aynısını bir hafta sonra tekrar yaşadım. Fakat ikinci hafta söylenmek yerine Yunus peygamberin zikrini çekmeye başladım. Ders hocamız giriş katta boş sınıf bulmak için yarım saatini verdi ve buldu da!

Not 2: Yaşadığımız bir olayın birden fazla yüzü vardır. Yıllar sonra sayın Demirci ile tanışmama vesile oldu yukarıdaki anımın yazıya dökülmesi.

Görsel: https://www.google.com/search?q=kalp+resmi&tbm=isch&bih=657&biw=1366&hl=tr&sa=X

Havayı kullanıyoruz, suyu kullanıyoruz, sevgiyi ve öfkeyi, kullanıyoruz.


Sen Hiç Sinirlenmiş Atom Gördün mü?
Hal’ime Edip

‘‘Rahman, bir çocuk ittihaz etti’ dediler. Andolsun ki siz, çok kötü bir şey yaptınız (söylediniz). Bundan neredeyse semalar parçalanacak ve yeryüzü yarılacak ve dağlar çökerek yıkılacaktı. Rahman’a bir çocuk isnat etmeleri (sebebiyle).’ (Meryem, 88-91)

Yaratıcımızı tanımaya çalışıyoruz gönderildiğimiz şu dünyada. Bunu da eşya üzerindeki esmayı okuyarak yapıyoruz. Eşya: yaratılmış her şey. Bütün mevcudat. Ağaç, taş, toprak, yıldızlar, hava, karınca. Bütün mevcudatın üzerinde birden fazla esma tecelli eder ama genellikle biz okumalarımızı o eşya üzerindeki en belirgin tecellisi olan ismi üzerinden yaparız. Örneğin çiçekte Cemil, annede Rahmet ve Affuv, elmada Rezzak, gözde Basar… Bu öne çıkan isim, diğerlerini yok saymaz ama bizi oraya çeker, beni oku der, diğerlerinden ayırt et, eksik ya da yanlış okuma!  uyarısı verir.

Esmayı yanlış okumak mı? Okumamak değil, eksik ya da yanlış okumak.. İsa aleyhisselam da yanlış okunan bir yaratılmıştı. Sebepler dairesinde bir anne ve babadan meydana getirilirken insan; Halık-ı Hakim’in kün emri ile bir tek sebepten (anne) ol’muştur İsa Aleyhisselam. İlla babası olması gerekmez bir bebeğin yaratılması için; yoktan da var edebilendir Allah. İhtimal ki budur İsa aleyhisselamda yazılı en belirgin esma. Ama yanlış okundu ve oğul dendi Yaratıcı’ya. Ve yanlış kullanılmıştı kavmi tarafından peygamberliği de kulluğu da.

Biz elbette İsa peygambere Allah’ın oğlu demiyoruz fakat belki ayeti yanlış yerde kullanıyoruzdur.
Kullanmak… Kul-lanmak… Sahi, en çok neleri kullanıyoruz hayatta?

Havayı kullanıyoruz, suyu kullanıyoruz, sevgiyi ve öfkeyi, kullanıyoruz. Ama bunları kullanmam beni Mutlak Yaratıcıya ulaştırmıyorsa yanlış kullanıyorum ve dolayısıyla yanlış okuyorum demektir kâinatı. Başka bir ifade ile verilen her bir nimeti yiyorum, içiyorum ama israf ediyorum demektir. Zira veriliş amacına uygun kullanılmayan her bir şey israf ediliyor demektir..  

Düşünün ki bir iş yerinde mimar olarak çalışmaya başlıyorsunuz. Fakat iş yerindeki herkes size kendi kafasına göre iş buyuruyor. Bir gün çay istiyorlar sizden, bir gün yerleri paspaslamamanızı, bir gün evrak düzenlemenizi… Kızarsınız değil mi? Kızarız. Çünkü o iş yerine giriş amacımız onları yapmak değil ki! Mimarlık kabiliyetimi (vazifemi) israf etmiş olmaz mıyım çay dağıtarak! Mimarlık mesleğine hakaret, mimarlık diplomama haksızlık ve zulüm etmiş olmaz mıyım? Yanlış okumuş olmazlar mı onlar benim üzerimde yazan ismimi? Evet, yaratılış amacına uygun kullanılmayan her bir şey kızar/sinirlenir kendisini yanlış okuyan kişiye.

İnsan, fiziksel olarak atomdan müteşekkil olduğu gibi dağ, taş, su, yeryüzü ve gökyüzü de atomdan meydana gelmiştir. Şu halde sinirlenmek yalnızca insana özgü bir durum değildir. Eğer amacına uygun kullanılmazsa pekâla yeryüzü de sinirlenip kızabilir. Hatta bu kızgınlıktan gökyüzü parçalanabilir, dağlar çökerek yıkılabilir. Atomun içindeki enerjinin bir şehri yerle bir edecek kadar büyük olduğunu hatırlar isek; amacına uygun kullanılmayan ve yanlış okunan dağların sinirden yıkılmasına şaşırmamak gerek.

Gök, yer, dağ içimizde de olabilir. Yıkamadığımız dağ gibi kurallarımız, sert kayalar gibi tavırlarımız, masmavi ve özgür hayallerimiz, bir yere ait olma isteğimiz… Belki de bunların adı latifedir.. ve yaratılışına uygun kullanılmayan, israf olan, zulmedilen ve yanlış okunan her bir latifem bu kızgınlığın bombasından yara alıyor, belki de ölüyor…

Her bir atomun her bir elektronunu taşıyan meleklerin, yalnızca ol emrinin Sahibi’ne itaat ettiğinin farkındaysak; eşyaya yapılan bu israf, hakaret, haksızlık, zulüm onların Sahibi olana yapılmış sayılmaz mı? 

Ve düşünüyorum:

Yaratılanı doğru kullanamayan Yaratıcısına kul olamaz. Doğru kul-lanmak lazım…

Görsel: https://www.google.com/search?q=angry&sxsrf=APq-WBtfeZIEr5HSNY2oiyedu25VRchp9w:1644776697921&source=lnms&tbm=isch&sa=X&ved=2ahUKEwiNx8HWpv31AhVbSvEDHaBtA0kQ_AUoAXoECAEQAw&biw=1366&bih=657&dpr=1#imgrc=J9RjSgmQofHt_M&imgdii=mjb2kZ7R9yMEVM

Bir ‘of’ çektim, karşıki dağlar yıkıldı

4ea19bb5-dd2b-4c6b-bd9f-68e9f03b7715
Hey(gidi)be(n)!
Hâl’ime Edip

Ya Musavvir; entel Musavvir!
Ruhum dahi Sen’indir.
Ne olur onu incecik şekillendir.
Esma’n okunsun en zarif kıvrımlarında,
Sen’i bulayım her köşe başında.
Ya Evvel, ya Ahir, ya Batın, ya Zahir…

‘‘Ateş ehli ile cennet ehli bir değildir. Cennetlikler kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Eğer biz, bu Kur’an’ı¹ dağın üzerine indirseydik², elbette sen onu, Allah’ın korkusundan [sessizce] başını eğmiş ve parça parça dağılmış bir hâlde görürdün. İşte biz insanlara böyle misaller veriyoruz; umulur ki onlar düşünürler.’’³ [Haşr, 20-21]

Mülkiyet kumaşından örülü bir heybe koyuldu önüme, ömür yolculuğunda kullanılmak üzere. ‘Gidebildiğin her yere götürebilirsin onu’ dedi heybenin Sahibi ve ardı ardına ekledi: ‘‘Sahiplenmeden sahip çık emaneten verdiğim bu heybeye; kolla, gözetle, gözlemle, dikkat kesil emanet kelimesinin her bir harfine, ‘oku’mayı öğreneceksin dikkat ettikçe. Oku, ki mülk, okuman için verildi’’. Kabul dedim hemencecik ve hemencecik atıldım hayat serüvenine. Fakat insanlık (!) hâli ya bu; unuttum emanetçi olduğumu. Önce Melikliği koyuverdim heybeye gizlice (!) ve ona sahip olduğumu sandım böylece. Sırtlanarak heybemi; içine attım karşıma çıkan, ‘benim’ diyebildiğim her bir şeyi.

Benimdi mesela heybeyi taşıyan şu sırt, sırtımı taşıyan ayaklar, ayağıma giydiğim ayakkabılar.. Benim olmalı güzelliği gözüme, sevgisi gönlüme akan o şahane adam! Benimdir annem diye bildiğim, bana anne diyebilen çocuk elbette benim. Bir bilseniz çocuğuma karşı ne kadar da şefkatliyim; gözümden bile sakınıyorum, tir tir titriyor merhametimden kalbim. Kalp benim, göz benim, şefkat benim, en merhametli benim…
Âh!!! Kalbim… Nasıl da atıyor latif duygularla; zarif ve nazenin. Çok da güzel dökülüyor değil mi dillerimden hislerim? Tamam, kabul, parmaklarıma şekil veren ben değilim. Ama aklıma düşen fikirleri ben yağdırıyorum parmaklarımın ucundan sicim sicim. Öyle ya, günlerce düşünüyorum bir söz uğruna. Hem coşkun olsun istiyorum kelimelerim hem akl-ı selim. Hikmetle dokuyorum bütün yazılarımı biçim biçim. His benim, fikir benim, söz benim, hepsini şekillendiren benim…
Âh! Kendimden ne kadar da eminim…
…diye diye büyüttüm heybemi. Büyüdükçe büyüdü, odalara sığmaz oldu. Kapılardan taştı, boyumu çoktan aşmıştı. Nereden geldiğini bilmek istemediğim kocaman bir ben(im)lik dağı. Sahip olmak; korumayı, himaye etmeyi de getiriyormuş. Dertler büyüdü heybe ile beraber. Heybeyi de içindekileri de muhafaza etmek, bitmesini/gitmesini önlemek, varlıklarını idame ettirmek…. Dertler büyüdü heybe ile beraber. Sarp uçurumlu kaygılardan oluşan bir gam dağı sırtlanmışım meğer. Çıktıkça, zirvesinde cehennemi ateşler; düştükçe, eteklerinde kahve koyusu kederler.
Sahip olmak, himaye etmeyi de gerektiriyormuş. Heyhat! Himaye edebilmenin yolu imkansız bir yokuş. Bir ‘of’ çektim, karşıki dağlar yıkıldı. Fakat bir milim bile kıpırdamadı sırtımdaki mülkiyet kumaşından örülü ben(im)lik dağı.

Hâlbuki sadece sahip çıkmalıydım emanete. Dikkat etmeliydim ‘benim’ diye bildiklerime. Sırtımdan indirip⁴ okumayı deneseydim eğer mülkiyet heybesini, anlardım hakikati: Mülk sahibi olmak, Melik olmanın göstergesi. İnseydi bu hakikat tüm ihtişamıyla dünyama, boynumu eğer kabul ederdim ki; ben değilim mülkün gerçek Sahibi. İşte o vakit, parça parça olurdu yüklendiğim ben(im)lik dağı hakikatin karşısında. Kim bilir; mahcup da olurdum belki Bir’inin malına/mülküne el koymaya çalıştığımdan. Hem korkardım da haksız kazancımdan. Utancımdan sessizce dağılırdı ben(im)lik dağı; un ufak olur yığılırdı ayaklarının dibine mülk Sahibi’nin korkusundan.
İndirip okusaydım eğer Okunacak⁵ her bir emaneti, anlar ve şahit olurdum: Benim diye bildiğim her mülk, Malik’in bir tecellisi.
Anlar ve şahit olurdum: Merhamet, Rahman olanın; yücelik Aziz olanın; hikmet Hakîm olanın yansımasından başka ne ki?!
Anlar ve şahit olurdum: Musavvir’e aynadır fikir, zikir ve kelimeler(im)in cüm’lesi… O’dur şekillendiren fikri(mi), zikri(mi), kelimeleri(mi), kalbi(mi)…

Eğer gerçekten inseydi hakikat kalbime; teslim ederdim Melikliği mülkün gerçek Sahibi’ne. Emin olurdum himaye etmek derdinden. Mülkünü koruyup gözetecek olan, Müheymin bir Melik’in ta kendisi. Parça parça dağılırdı gam dağının endişe yüklü zerreleri, sönerdi ayrılık ateşleri, kaygı uçurumları düzleşirdi..
Anlar ve şahit olurdum: Mü’min ve Selam olan Zat’ın, serin ve selametli bir vadisinde huzur ve güven içinde seyahat etmekteyim.

Demek sahip çıkamamışım heybeye. Anlaşılan o ki, sahip de olamamışım…
Heybeyi indirdim sessizce… Dikkat kesildim üzerindeki harflere. Niyet ettim okumaya ve de şahit olmaya..
‘Kurtuluşa vesile olsun Hâl’ime Edip sözlerim’ diyecektim ama.. Söz kimin? Sözün meftun olduğu hâl’i yaratmak suretiyle Kendini okutan/tanıtan kim?

———————————————————————————————————————–

1: Kur’an kelimesi ikra (okumak) kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Bu bağlamda Kur’an’ı yaratılmış her bir şey üzerindeki okunacak manalar diye anlıyorum.

2: ‘İndirmek’ kelimesini Yaratıcı’nın, Kendi ilminden gönderdiği bilgiyi benim anlama seviyeme indirgemesi; ayetin dünyama inmesini ise o ayetin dünyamda, akıl ve kalbimde, anlam kazanması olarak anlıyorum.

3: Devamındaki ayetlerde geçen bir kaç Esma şunlardır:
-Rahman:Merhamet eden, merhametin sahibi.
-Melik: Her şeyin tek ve gerçek sahibi.
-Selam: Selamet ve huzurun sahibi.
-Mü’min: Emniyet ve emin olmanın sahibi.
-Müheymin:Yarattıklarını koruyup gözeten, himayenin sahibi.
-Musavvir: Her şeye uygun şekil ve suret veren.
-Aziz: İzzetin sahibi.
-Hakîm: Her şeyi hikmetle yapan, hikmet sahibi.

4: Yaratıcı’nın Kendini tanıtmak amacıyla gönderdiği ayetlerin, benim dünyama inmesi için ‘okuma tercihi’nde bulunmayı kastediyorum.

5: Kur’an.

Not: Yazıda, insanın ‘tercih etme’ hürriyetini yok sayıyor değilim. Ancak insan sadece tercih edebilir. Tercihin gerçekleşmesi için gerekli bütün şartları var etmek, yaratmak insan yetisinin dışındadır. Bununla birlikte çoğu kez tercih bile etmeyiz; kendimizi o hâlin içinde buluveririz.

 

 

Görsel: https://pin.it/57YfM11

Gören, düşünen, işiten ve hisseden canlı biri olduğum için yürüyebiliyorum ya da yürüdükçe canlanıyorum!

miraç 2
i.s.r.a.
Hâl’ime Edip

Anmak, adını bir merhametli Yâr’in
Merhametli dediysem Rahman-ı Rahim’in…
Kimseler duymasın diye gizliden ve bir vakti gecenin
Anmak isimlerini Semi’ül Basir’in…
Anlamak, anılmaktan geçer anmaları dillerin
Âh! Ne de güzel an’a düşüşü isminin
İpince, incelerden de ince, zarif ve nazenin
Anlamak, anıldığın için anabiliyor O’nu kalbin…

‘‘Subhandır O ki kulunu gece vakti yürütmekte, Mescid-i Haram¹’dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa²’ya, ayetlerimizden [bazılarını] ona gösterelim diye; şüphesiz O/o³ işiten ve görendir.’’ [İsra, 1]

Birinci Basamak
‘‘Subhandır O ki kulunu gece vakti yürütmekte…’’

Yürüyorum…
Zifiri karanlıkta gökyüzünde süzülen bir ay gibi gecenin içinden geçiyorum.
Mekânı önüme serip zamanın içinden geçerek yürüyorum.
Gün oluyor dert deryasına dalıyorum, gün oluyor mutluluk dalgaları ile coşuyorum. Bazen hayat meşgalesine kapılıp bilinçsizce kendimi akışa bırakıyorum. Bazen korkuyorum, bir koy bulup saklanıyorum. Nihayetinde bir sahil-i selamete ulaşmak ümidi ile ummanlar içre yüzüyorum.
Ben, Ademoğlu, üzeri hikmet perdesi ile örtülmüş şu dünya gecesinde yürütülüyorum. Bütün kâinatı düzen içerisinde eksiksiz ve noksansız bir şekilde var eden Zat’ın emri ile kendi yörüngemde akıp gidiyorum. Yine bir gece yolculuğu ile başlamamış mıydı zaten tüm bu serüven! Kul olarak düşmüştüm annemin hiç bilmediğim karanlık rahmine.

İkinci Basamak
‘‘…Mescid-i Haram’dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya….’’

Boyun eğiyorum…
Acizliğimi anlayıp boynumu büküyorum.
Öylesine bir kabulleniş değil bu.
Kalbimin derinliklerine ok gibi saplandığını hissettiğim ve kimseye diyemediğim mahrem bir duygu ile fark ediyorum acizliğimi. Ne çekip alabiliyorum oku ne de ilaç bulabiliyorum.
Başıma gelenler bi’ benim başıma geldi sanıyorum. Gece bitmeden içinden çıkamıyorum..
Musa tutuyor elimi aniden, alıp götürüyor beni memleketimden uzağa. Çok uzaklara. Nuh’un kalbine uğruyoruz ilk önce. Bak! Nasıl da mahzun; seller altında kaldı yerin yüzü. Yunus’u gösteriyor, balığın içine hapsolmuş ümidini. Ve İbrahim… Şimdi kalbinin mutmain olduğuna bakma! Ne ateşli sorular sordu aklı ona. Âh bu Musa.. Su serpiyor asasını kalbime her vurduğunda. Kim öğretti diyecek oluyorum böyle konuşmayı sana, kim öğretti? Tam da aklımın anlayacağı şekilde sözlerin ve seveceği türden kalbimin. Tebessümünde iki kelime okunuyor: Kavl-i leyyin⁴.. Anlıyorum ki benden milyarlarca yıl uzağımdakilerin secde ettikleri mescidin etrafını kutsal, mübarek, onurlu, iyi, güzel, anlamlı ve hikmetli yapan mana/mesaj her neyse beni secdeye götüren yaşadığım bütün secdegâhlarım da aynı mana denizinden beslenmekte.

Üçüncü Basamak
‘‘…ayetlerimizden [bazılarını] ona gösterelim diye;…’’

Mana arıyorum.
Anlamlandırmaya çalışıyorum…
Sessizliğin sesine dikkat kesilerek iz sürüyorum.
Bir şeye işaret bu yaşadıklarım. Bir iz, bir işaret, bir ayet..
Yıldızlara ilişiyor gözlerim, Musa’yı anıyorum.
Hakikati anlamanın, kainat üzerinde yazılı olan mesajı/ayeti okumanın birden fazla -diyebilirim ki yaratılmışların sayısınca- yöntemi olduğunu anlıyorum. Bazı ayetleri anlamak için kuşlar tutuyorum, bazıları için oruç, Meryem misali susarak. Bazen incecik bir hilal anlatıyor hakikati gecenin içinde, bazen bal arısı sürüyor gerçeğin o eşsiz tadını dilime. Bazılarını anlamak için ise sıkışıp kaldığım sınırlı zaman ve mekândan çıkarak uzaklaşıyorum.
Kandiller tutuşturuyorum Nuh’un uzattığı zeytin ağacından, Yunus’un Ay ışığını ödünç alıyorum ve Yusuf’un gömleğini g(s)özüme sürüyorum… aydınlanıyor yolum.
Görüyorum ki anlamsız değil bu yolculuk; işte şahitliğimin ilanı şu okuduğum an, dokunduğum şu mekân. Şahidim ey Gören ve İşiten: Başıboş ve öylesine savruluyor değilim gecenin içinde, her an’ımda her adımımda şahit olunuyorum. An’a d/okunuyorum ve binbir renkli çiçek olup açıyor sinemdeki Esma yüklü tohum. Can buluyor yolculuğum.

Dördüncü Basamak
‘‘…şüphesiz O/o işiten ve görendir.’’

Canlanıyorum…
Diriliyor ruhum.
Ötelerden, ta ötelerden gelen ama yankısını/yansımasını buradan işitebildiğim bir ses duyuyorum.
Şuurlu Bir’i tarafından tercih edildiğimi anladığım anda düzleşiyor beni öldürmek isteyen fani uçurum. Beni gören Bir’ine kul olduğumu duyumsuyorum. Gören, fark eden, düşünen, işiten, duyan ve hisseden canlı biri olduğum için bu yürüyüşün içinde var ediliyorum. Ya da yürüdükçe canlanıyorum, ayağa kalkıyor kulluğum, kıyama duruyor ruhum. Her sabah ve akşam kalbimi ve kalıbımı yaşıyor buluyorum. Öldürülmedim o halde, ümitlice devam etmeliyim yürüyüşüme.

Çok basamaklı bir gece (dünya) yolculuğunun adı olmalı miraç. Yolculuk boyunca kul olduğumu fark ettiğim her an, fark edişime secde ettiğim her mekân ve ruhumun dirilmesi, an’larımın baki alemde can bulması niyetiyle gösterdiğim her ceht ve gayret miracım için birer basamak. Bazen basamakların yerleri değişse de kademe kademe çıkılan kemâlât yolculuğunun adı olmalı miraç. Gece karanlık, uyku çökebilir, gaflet beni bürüyebilir. Bütün bunları Bilen, Gören ve beni yolculuğa Gönderen’in sesini işitiyorum… ‘‘Ey örtüsüne bürünen. Geceleyin kalk, birazı hariç. Gecenin yarısı kalk yahut ondan birazını eksilt. Yahut onun arttır ve Kur’an’ı tane tane oku. Doğrusu biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gece kalkmak (ve okumak) daha kuvvetli, daha elverişli ve daha doğrudur.’’ [Müzzemmmil, 1-6]

Duam olsun beni İşiten’e:
‘Hâl’ime Edip’ diyebildiğim her kelime, basamaklarımın küçük birer taşı olsa keşke…*

——————————————————————————————————————————–

1:Haram kelimesi, sınırları belli olan bir bölgeyi ifade etmektedir ve Mescid-i Haram Peygamber’in yaşadığı bölgedeki mescidin adıdır. Bu bağlamda Mescid-i Haram’ın –Haram’ını kişinin kendine ait yaşanmışlıkları; Mescid’i ise secdeye vesile olan yer, olay, durum, an şeklinde anlıyorum.

2: Aksa kelimesi, uzak anlamındadır ve Mescid-i Aksa, Mekke’ye olan uzaklığına nispeten böyle adlandırılmıştır. Birinci nottaki anlayışa binaen Mescid-i Aksa’yı da kişinin kendi hayatının dışında yer alan ve anlamlı bir secde ile sonuçlanan bütün yaşanmışlıklar olarak düşünüyorum.

3: Ayetin orijinalinde ‘o’ zamirinin önünde Allah’a ait bir lafız olmadığı için iki görüş bildirilmektedir. Birincisi Allah’ı, ikincisi abd yani kulu ifade eder denilmektedir.

4: Yumuşak ve tatlı söz.

*: Bu yazı gerçekten bir basamak oldu inşaAllah. Akıl ve kalbimden geçen ve fakat yazının genel üslubuna uygun cümleler haline getirmeyi beceremediğim için birçok şeyi yazamadım. Tek bir ayet ile bunca hakikati anlatan Kur’an karşısındaki acizliğimi, beyin kıvrımlarımdan parmaklarımın ucuna kadar hissettim. İtiraf ederim ki Kur’an’ı indiren Zat –ki ben O’na Allah diyorum- Subhan’dır, Aziz’dir, Âlâ’dır.

Görsel: https://www.saatchiart.com/art/Photography-Spiral-staircase-Vatican-Museum-Limited-Edition-1-of-20/1012963/3756773/view

Azaldıkça tahammülümüz artacak gibi kapısında beklediklerimiz

 

njbkj

Çok Amaçlı ve Dekoratif

Hâl’ime Edip

Bazı ev eşyaları vardır nereye koysanız koyun yakışır ve birçok şey için kullanılır. Örneğin zarif bir kâseyi salonda göze hitap etmesi için de kullanabilirsiniz, bayramda şekerlik olarak da. Bazı ziynet eşyaları vardır mesela, bütün kıyafetlere uyar. Hangi tarz giyinirseniz giyinin o konsept ile bütünlük sağlar. İşte bazı cümleler de aynen böyle. Alın o cümleleri hiç tereddüt etmeden koyun hayatınızın birçok sahnesine, hem iş görür hem nükteli görünür.

Hazreti Peygamber’in en şık ve kullanışlı beyanlarından biriyle başlayalım söze: ‘Erteleyen helak olur’ diyor âlemlerin Efendisi. Hem ne de güzel diyor… Söz Sultanı’nın uyarısı, yedi yaşındaki çocuk için de geçerli yetmiş yaşındaki yetişkin için de. Bütün meslek gruplarına hitap eden bu cümlenin cinsiyeti de yok üstelik. Kadına da yakışır erkeğe de. Öğrenci ertelerse ödev yapmayı/ders çalışmayı dersten kalır, bir doktor geciktirirse yapılması gereken müdahaleyi ölümle sonuçlanabilir olay. Faturalarımızı ödemeyi ertelersek fazlasını ödemeye mecbur kalırız. Evladımıza ahlaki ve insanı değerleri öğretmek için büyümesini beklersek eğer büyümüş benliğinin (nefsinin/egosunun) acımazsız ve umarsız hallerinin sonuçlarını izlemeyi bekleriz. İmanımızı kurtarmayı erteleyip bu dünyamızı kurtarmaya sıvamışsak kolları, ihtimal bir nar bahçesinde son bulur o koca koca telaşlarımız…

İlk defa okuma fırsatı bulduğum birinin sözüyle devam edelim. Peygamber sözü değil ama Peygamber sözü ile beslenmiş bir yürekten çıkmış belli ki: ‘Birbirimize tahammül oranı azaldıkça, adres sayısı artıyor’ (Öbür Divan, 67) diyor İbrahim Tenekeci. Sayın yazarın müsaadesiyle küçük bir değişikliğe gitmek istiyorum cümlede; tahammülümüz azaldıkça adreslerimiz çoğalıyor. Bu cümle de yukarıdaki hadis gibi hem çok amaçlı hem çok dekoratif.  Mesela dostlarımızın bizden farklı düşüncelerine tahammülümüz azaldıkça yeni dostlar edinmeye bakıyoruz. Sevgilinin hasretine/nazına/sızısına dayanma yetimiz azalınca başka kollarda arıyoruz mutluluğu. Çalıştığımız işin güçlüğü karşısında hemen bıkıyor ve bir diğer iş yerinin kapısında alıyoruz soluğu. Ve fakat o durakta da çok durmayıp öteki duraklara atıyoruz kendimizi. Çünkü sorun durağın çekilmez oluşu değil bizim tahammülümüzün az oluşu. Hatta diyebilirim ki yok oluşu.

Bütün bunların ötesinde bir tahammülsüzlüğümüz var ki içler acısı, yürekler yanası, sözler kuruyası, gözler çağlayası… Ömür diye tabir ettiğimiz şu dünya hayatının her an’ını ‘ol’ emri ile yaratan Yaratıcı’nın emirlerine karşı tahammülümüz azalıyor git gide… Tahammülümüz azaldıkça yeni mahbuplar arıyoruz kendimize. Beğenmiyoruz da yaratılan o an’ı, dert yanıyoruz gelen geçene. Üzerimizdeki ‘ol’ buyrukları karşısında ‘‘dayanamıyorum bu ol’an’lara’’ demeyi tercih ediyoruz Yaratıcı’nın güç ve kuvvetine dayanmak yerine. Bir davete muhatap kılınmışken yapıyoruz üstelik bunu; davet, Söz’ün ve ‘kün’ün Sahibi’nden: ‘Mü’minler Allah’a tevekkül etsinler/güvensinler/dayansınlar’ (Al-i İmran, 160). Ve üstelik naifçe teselli etmesine rağmen: ‘La tehin ve la tahzen’ (Al-i İmran, 139)… Kulaklarımızı, gözlerimizi ve kalplerimizi kapattıkça bu asil, vakur ve hakiki davete daha da azalacak gibi tahammülümüz. Azaldıkça tahammülümüz artacak gibi kapısında beklediklerimiz, el pençe divan durduklarımız, kendilerinin emir eri olduğumuzu sanan sahiplerimiz…

Son söz çağının Garib’inden olsun: Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayattan lezzet alır (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri-50).

Sanırım böyle konuşmak bir Kur’an uslûbu. Ve sanırım ona belagat deniyor. Ne güzel şey Kur’an’ın uslûbu ile uslûplanmak, ne mutlu bir avunç O’nun Söz’ü ile teselli olmak, ne kutlu bir duruş Peygamber’in sözünün yanında/yöresinde/kıyısında/köşesinde durmak…

Selam olsun bu hâl ile hemhâl olanlara…

 

 

Görsel:
http://lebriz.com/pages/artist.aspx?section=100&lang=TR&artistID=168&periodID=&pageNo=0&exhID=2235&bhcp=1

…akıl almaz bir şekilde eksiksiz, hatasız, kat’i bir düzen içerisinde çok tuhaf şeyler dönüyor dünyada…

tuhaf işler
Tuhaf İşler

Hâl’ime Edip

 

Çok tuhaf şeyler dönüyor dünyada…

Güneş bu sabah da tam vaktinde ışınlarını dünyaya yılın bu gününde hangi açıyla gönderiyorsa o açıyla göndererek doğdu.

Dünya yüz yıllardır hiç yorulmadan çılgınca dönmeye devam ediyor.

Bir ağaç, elinin ayarını hiç bozmadan aynı mevsimde vakti geldiğinde aynı lezzette meyvelerini vermeye devam ediyor.

Şaşılacak şey ama sabah uyandığımda zihnim tam 30 yıllık bilgi birikimini saniyeler içerisinde güncelledi.

İnanmayacaksınız biliyorum fakat dünyanın neresinde olursanız olun suyun buhar basıncı açık hava basınına eşit olduğunda su kaynıyor ve bu olayın aksini gören hiç olmamış bu güne kadar.

Görülmeyen bazı tanecikler (hava molekülleri) varmış mesela ve dediklerine göre sesi ve kokuyu onlar taşıyormuş.

İlginçtir ama biyolojik yapıların tümünde her hangi bir maddenin eksik ya da fazla olması sonucu hep aynı sorunla karşılaşılıyor. Örneğin tıp doktorlarının hepsi, 21. kromozom çiftinde fazladan bir kromozomun bulunması halinde kişinin mutlak surette down sendromlu olacağı konusunda hemfikir. Ya da potasyum eksikliği olan bitkilerin yapraklarının gelişmeyeceğine kesin kanaat getirilmiş. Su fazlalığında çürüyüp öldüğünü söylememe bile gerek yok herhalde.

Midemin sırrını ise hala çözebilmiş değilim; gönderdiğim bütün gıdaları ayırt edebiliyor ve hangisi için hangi enzim sağlayacağını biliyor ki bu konuda ona hiç eğitim verdiğimi ya da bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum.

Gerçekten akıl almaz bir şekilde eksiksiz, hatasız, kat’i bir düzen içerisinde çok tuhaf şeyler dönüyor dünyada; SubhanAllah!

Bütün bu kusursuz ve harikulade işler kendiliğinden gerçekleşiyor olamaz. Kesin Bir’i var bunun arkasında. Ve tüm bu işlerin övgüsünü sonuna kadar hak ediyor zannımca; Elhamdülillah.

Nihayetinde anlıyorum ki bunları yapan kişi kim ise işinin ehli, büyük Bir’i; Allahuekber.

Görsel: https://sciencenotes.org/chemistry-jokes/